31 Ağustos 2009 Pazartesi

Roni Margulies'in Pembe Dünyası

Bu kadar sert bir başlık atmak istemezdim. Ancak birazdan okuyacaklarınız içerisinde de Margulies'in şahsına karşı bir saldırı görmeyeceksiniz, nitekim bu blogda yazdığım yazılar içerisinde bu gibi bir üslup takınmaktan kaçındım.

Ancak bu Margulies'in "Dindarlık-Sınıf Mücadelesi" ekseninde yaptığı çıkarımların, tamamen bir hayal ürünü olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Margulies hakkında bir fikri olmayanlar için kısaca kendisini tanıtayım. Margulies, kendisini solcu olarak tanıtarak, bunda ısrar edenlerden, nitekim kendisi Taraf gazetesinde yazıyor. Sanırım hala DSİP üyesi, yani "sosyalistlerin görevi seçilmişleri devirmeye çalışanlara karşı çıkmaktır" diyen bir başkana sahip bir partinin üyesi. Seçilmişler-Burjuva Demokrasisi-Devrim tartışmasına burada girmeyeceğim ve DSİP Genel Başkanı Doğan Tarkan eleştirisini başka bir yazıya saklıyorum.

Ancak Margulies'e dair birkaç şey kafanızda canlanmıştır artık.

Gelelim Margulies'in "Dindarlık-Sınıf Mücadelesi" hakkında yazdıklarına: Kendisi, sınıf bilincinin gelişimi içerisindeki olası bir ateist propagandaya karşı olduğunu ve asıl meselenin işçileri birleştirmek olduğunu söyleyip, bunun da onları ürkütmeyen bir strateji ile yapılabileceğini belirtiyor. Türkiye söz konusu olduğunda da, burada 'dindar ya da dinsiz' ama bir işçi koalisyonu öneriyor. Bunu yaparken de, TKP vb. örgütleri, 'din düşmanı' olmaları nedeniyle önemsiz örgütler olarak tanımlıyor.

İlgili yazının orijinali için tıklayınız.

Ricam önce bu yazıyı okumanızdır. Tümden alıntılar yapmak bu yazıyı çok uzatacağından, öncelikle yazıyı okumanız konuyu sizin için daha anlaşılır kılacaktır.

Margulies'in önceliklere dair görüşü tartışılabilir, tartışılmalıdır. Margulies de, sınıf mücadelesi içerisinde "toplumdaki ekonomik boyunduruğun" yarattığı bazı farklılıkların, sınıf mücadelesinin kazanımları için gözardı edilebilir olduğunu düşünmekte ve Lenin'i referans göstermektedir. Lenin de 1905'de direkt olarak bundan bahsetmektedir. Ama dinlerin o dönemdeki işlevleri ile günümüzdeki işlevi aynı mıdır? Tarihsel materyalizmi kendine düstur edinmiş Marx'ın yazdıklarından direkt referans arayarak, Lenin'in emperyalizm 'katkısını' baltalayamayız. Dolayısıyla, artık "toplumdaki ekonomik boyunduruğun" sadece bir ürünü değil, ama aynı zamanda o ekonomik boyunduruğun devamında ve yeniden üretilmesinde bir araç haline gelmiş dinin Lenin tarafından hoş görülebilir olması, günümüzdeki din karşıtı hareketlerin meşruiyetine bir zeval getirmeyecektir.

Nitekim asıl amaç "proletaryayı aydınlatmak"tır ve Lenin de bundan bahsetmektedir. Ancak Margulies TKP'yi, aydınlanma kavramını küçük gören bir üslupla, "'aydınlanma' hakkında bar bar bağırarak ezilenleri aydınlatacaklarını sanıyorlar!" diyerek eleştirmektedir Soru çok açık: "Artık kapitalizm ve emperyalizm'in kendi boyunduruğunun yeniden üretiminde sadece bir miğfer değil ama aynı zamanda bir kılıç, hem de keskin bir kılıç olarak kullandığı dinin, sosyalist mücadele ile ne gibi bir ortak noktası olabilir? Yine de TKP vb. örgütler dinci cenahları ürkütecek şekilde bir propagandadan uzakta dururken ve asıl mücadelenin sınıf mücadelesi olduğu konusunda bas bas bağırırken, bu dinci cenahın beslediği büyüttüğü ve ortalığa saldığı Hak-İş vb. örgütlenmelerin sınıf mücadelesine niyetli olarak zarar veren tutumları eleştirilmiyor da, neden hedefte TKP ve ateistler var? Ne olursa olsun, ne yaşanırsa yaşasın, sadece muhafazakar ve islamcı diye oy toplayan ve ülkenin yarısından oy alan bir partinin iktidar olduğu bir ülkede, nasıl olur da sosyalist hareket dindarlardan nemalanabilir? Tarihsel materyalizmi düstur edinmiş biri nasıl olur da 1905 Rusya'sı ile 2009 Türkiye'sini bir paragraf alıntı ile rahatça ilişkilendirebilir?

Margulies farkında mı ki, bahsettiği Lenin, Ekim Devrimi öncesi alt ettikleri gruba oranla daha ilerici olan liberallerle işbirliği yapmış ancak fırsat bulduğunda da liberalleri ekarte ederek devrimi gerçekleştirmiştir. Liberalleri silah zoruyla itaat etmemiş midir?

Nasıl olur da, Lenin'in yazdıklarından;

“Silahlı kuvvetlerin hayatlarımızı karartmasını engellemeliyiz”
"Darbecileri engellemeli, demokrasiyi savunmalıyız" vb. çıkarımlar yapılabilir?

Lenin'in yaptığı da bir darbe değil midir? Lenin'in yıktığı da şu andaki demokrasi yani burjuva demokrasisi değil midir? Gerekirse dincilerle anlaşılmasını öneren Margulies, nasıl olur da devrim için silahlı kuvvetleri yanına almaya çalışan insanları eleştirebilir?

Bu soruların hepsi, bahsettiğimiz Lenin ise, geçerliliğini ve meşruiyetini koruyor. Yoksa Margulies kendisinin liberal olduğunu belirtirse, inanın herşey daha tutarlı olacaktır.

27 Ağustos 2009 Perşembe

Yargı'da Değişim Başlamak Üzere

Milliyet'te bugün haberi yapıldı. Hükümet HSYK, Anayasa Mahkemesi ve Askeri Yargı mekanizmalarını değiştirmek için hazırlıklara başlamış. Daha bir değişiklik olmadan detaylı bir yorum yapmak istemem. Ancak Milliyet'in belirttiği bazı olası değişikliklerden haberdar olmakta fayda var. Dikkatimi çeken iki olası değişiklik:

- HSYK’nın Yargıtay ve Danıştay kökenli üyeleri dışında kalacak üyelerini TBMM ve Cumhurbaşkanı'nın seçmesi ve Danıştay ve Yargıtay kökenli üyelerin, TBMM’nin seçeceği üyelere karşı azınlıkta kalması,

- Askeri mahkeme heyetlerinden subay üyelerin çıkarılması,

idi. Siyasallaştığı iddia edilen Yargı'nın dinamik bir siyasallaşmaya maruz kalacağı açık. Nitekim daha uzun dönemsel kırılmalara maruz kalan ama yine de göreceli olarak statik bir devlet ideolojisini öyle ya da böyle temsil eden HSYK ve Anayasa Mahkemesi gibi kurumlar, artık hükümetten hükümete farklı ideolojilerin temsilcilerini bünyesinde barındırmaya başlayacak. Atamalarla ilgili mevzuatı bilmiyorum, ama eğer bu tip atamaların geçerlilik süresi 6-7 yıl gibi bir süre olarak tasdik edilirse, o vakit Yargı içinde de bazı kamplaşmalar, bölünmeler meydana gelecek ve bu kurumun sadece işleyişine değil güvenilirliğine de zarar verecektir.

Bakalım neler olacak.

22 Ağustos 2009 Cumartesi

Yiğit Bulut ve Yaratılışçı Takımı

Haftalardır Habertürk ekranlarında bir evrim tartışmasıdır gidiyor. Yiğit Bulut'un Sansürsüz adlı programıyla ateşlediği bu tartışma ilk olarak biyologlar ve Adnan Oktarcılar arasında başlamışken, bugün ise biyologların içindeki evrim teorisi karşıtlarını bir araya getirdi. Dikkatinizi çekmek istiyorum; programa katılanlar şüpheciler değil evrim karşıtları idi. Yani bilimsel metodolojiye bağlı kalarak evrim teorisi konusunda üst seviyede şüphe sahibi bilimadamları değil, "öyle şey mi olur, nasıl maymun ayağa kaltı da insan oldu" mantalitesindeki "biyolog"lardan bahsediyoruz.

İlk programlarda Yiğit Bulut'un şeytanın avukatlığını yaptığını düşünmüştüm. Nitekim, "niye tahtadan kedi olmuyor?" tarzı soruları ancak bu nedenle sorabileceğini sanmıştım. Ancak bugünkü program gösterdi ki, kendisi biz-siz olarak evrim destekleyicisi-evrim karşıtı ikilik yaratıp, "biz inanmıyoruz, siz inanıyorsunuz" diyecek kadar olayı dogmatikleştirebiliyormuş.

Zaten bilim camiasında evrim destekleyicisi-evrim karşıtı tarzı bir ikilik mevcut değilken ve sadece evrime karşı şüphe ile bakan bilimadamlarının oluşturduğu bir azınlıktan bahsedebiliyorken, Bulut'un bilimadamların haftalardır anlatmaya çalıştığını inatla redderek "halka oynaması" gözlerden kaçmadı.

Diğer yandan Türkiye'de Gazi, Dumlupınar vb. üniversitelerde Profesör ünvanlı biyologların da bilimsellikten ve bilimsel kavramlardan bu kadar uzak oluşu, daha kendi iddialarını bile daha önce yazdığı kağıttan okumadan savunamamaları, sürekli düzlem kaydırmaları ve "ya bırak ya, olur mu öyle şey yaaav" tarzı savunmalarına ne demeli?

"Alıyorsunuz tesadüfleri, birleştirip evrim yapıyorsunuz" diyerek evrimi ne idüğü belirsiz bir şekle indirgeyen, "golgi böyledir, şöyle mükemmeldir diye anlatıyorum ben biyolojiyi" diyerek biyoloji dersini yaratılış propagandasına dönüştürdüğünü açıkça ifade eden, evrim teorisine Russell'ın "evrimcilik inançtır" düşüncesi yani bir felsefe metni ile karşı çıkmaya çalışan" "evrim de metafiziğe dayanıyor" diyerek bilimin daha ne olduğundan bihaber olduğunu gösteren, big bang üzerinden kendince evrim karşıtı bulgular edinen ve big bang'in de sonuçta bir teori olduğunu düşünemeyen ve kendine bilim insanı diyen kişilerden bahsediyoruz burada. Türkiye'nin üniversitelerindeki hocalarından bahsediyoruz.

Hipotez-teori kavram karmaşası yaratıp, "ah bu zaten hipotez" diyerek hipotez kavramını sanki bir deli saçmasıymış olarak pejoratifleştiren, bilimsel metodolojiden bihaber olan, kaynağı ve ne olduğu belirsiz kitaplardan alıntı yapan "e o ondan geldiyse, bu neyden geldi... peki o neyden geldi o zaman" tarzı ontolojik sorularda boğulan kişiler gençlere ders veriyorlar bu ülkede.

Kendini bağımsız olarak tanıtan kanalın program yapımcısı da çıkıp "e hadi kanıtlayın evrimi" diyerek kendince aşağılıyor gerçek bilim insanlarını... Binlerce bulgu ile şimdiye kadar genel temeli çürütülememiş bir teoriye, ipe sapa gelmez iddialarla saldıranlara dönüp "e siz de o zaman bilimsel olarak çürütün hadi" demiyor kendileri.... Programı da oradaki gerçek bilim insanlarından birine "çok dogmatik" damgasını yapıştıran bir okuyucu yorumu ile bitiriyor. Bravo Türk Basını! Bravo 80 Kuşağı! Yükseklise bile olamayacak üniversitelerinizle övünün hadi!

21 Ağustos 2009 Cuma

Ordu'nun Kürt Açılımına Bakışı

Ordu'nun "Kürt Açılımı" hakkında henüz bir görüş belirtmediği, ve bu konuda ne söyleyecekleri tartışılan bir konuydu. Ordu'nun bu hükümetin başlattığı ya da başlatacağı birçok şeye, hatta herşeye, evet diyeceğine olan inancım bu sefer de onaylandı. MGK'nın sonuç bildirgesinde "Kürt açılımı çalışmalarının devamı tavsiye edildi" maddesi dikkatleri çekti.

Haber için tıklayın: MGK'dan 'Kürt açılımı'na destek çıktı

Ordu'nun pozisyonu artık, son kez MGK'ya katılan ve üstte kullandığım resimdeki paşa gibi olmuştur ve olacaktır. Aslında 30 senedir öyleydi de, siyasal elit-devlet eliti ve derin devlet çatışması diye yaratılan hava, çıkar çatışmasının gerçek kaynağını örtmekteydi. Dediğim gibi, derin devlet aslında hiç de derin değildir. Sermaye yönetir, ancak hükümetler için her zaman bağımsız bir alan da mevcuttur, limitli de olsa... Ancak devlet için bu daha da limitli hatta yoktur... O zaman derin devlet, devlet ya da devletin diğer aygıtları ve devlete dahil olan hükümet açısından değişen tek şey, dediğim gibi, hareket alanlarının ne kadar daha limitli olduğudur...

Biraz karışık gibi oldu, ama bu biraz kapalı yazma isteğimden kaynaklandı, anlayışınıza sığınıyorum...

18 Ağustos 2009 Salı

Yine Hürriyet!

Hürriyet, bugün internet sitesinde "Her fırsatta Türkiye'nin AB üyeliğine karşı çıkıyor ama... ONA YİNE TÜRKİYE YARDIM ETTİ" manşeti ve Sarkozy fotoğrafı ile bir kuşku uyandırıcı habere daha imza attı.

Türkiye'nin yardım ettiği iddia edilen konu ise, Clotilde Reiss'in tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılması... Haberde Fransa Dış İlişkileri Bakanı Kouchner'in, Reiss'in serbest bırakılması için İran ile aracılık yaptıkları gerekçesiyle, Türkiye ve Suriye'ye teşekkür ettiği bildiriliyor. Hurriyet'deki cümle şu şekilde:"Fransa Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner, İran'da tutuklanan Fransız akademisyen Clotilde Reiss'in serbest bırakılmasına Suriye'nin yanı sıra AB ve Türkiye'nin de katkıda bulunduğunu söyledi."

Kouchner'den yapılan alıntı ise şöyle: "Suriye İran'a yakın olduğundan, Suriye yoluyla istek ve beklentilerimizi İranlı makamlara iletmemiz en doğru davranıştı. AB ülkeleri ve Suriye gibi dost ülkelere teşekkür ederiz."

Burada Türkiye ifadesi geçmiyor. Üşenmedim araştırdım ve tüm Fransız kaynaklarda bir "Türkiye, Türk" ismine rastlamadım. Bulan varsa haber versin de değerli basın organını aklayalım.

Burada asıl muhattap Suriye iken, yardım etmiş olsak bile Türkiye'nin AB üyelik süreci ile hiçbir alakası olmayan bu konunun göğsümüzü mü kabartması gerekiyor?

Sayın Çekirge, göğsüm hiç kabarmadı, emin olun. Hiç olmazsa böyle "sallama" haberlere imza atmasanız.

Bu arada Kürt konusunda, demokrasi-vatandaşlık-barış-hoşgörü diye sıkıp duran Çekirge, gazete amblemlerinin yanında yazan "Türkiye, Türklerindir" yazısının farkında mı acaba?

14 Ağustos 2009 Cuma

Öfke!

Milli Gazete'deki bir köşe yazısını size sunmak istiyorum. Bu öyle bir yazı ki, okurken öfkeleneceğiniz, iğreneceğiniz ve nefret dolacağınız bir yazı. Niye sinirlenelim ki, diye sorabilirsiniz, ama ben sinirlenmenizi istiyorum, öfke duymanızı istiyorum. Yoksa öfke bile duyamayacağınız, bu gibi yazıları normal göreceğiniz günler yakındır.

http://www.milligazete.com.tr/makale/irem-gelinler-cogalsa-duygular-olmeyecek-133878.htm

Yazının linki bu, ama ben size bazı kısımlarını özetleyeyim:

Yazar, daha önce sahilde çıplak denize girerek tepki toplayan Duygu Öztemir'in balkonda sigara içerken aşağıya düşüp ölmesini yorumluyor. İrem gelin diye bahsettiği kim bilmiyorum, ama İzmir'de yaşayan ve balkonunu örtü ile sarıp muhafazakarlığını yazarın gözünde tescil eden bir gelin kardeşimiz kendisi. Başını açıp rahat rahat yemek yemek için bunu yaptığı açıkken, yazar bu durumu şöyle ifade ediyor:

"İmanın elmas rengini yüreğinden çıkarmayan karşı apartmandaki gelin fark ediliyor yine de. Balkonuna kocaman bir örtü geçirmiş. İnsanların kendisini izlemesini önlemiş ... Ama kimselere görünmeden, kimseleri görmeden, soyluluğunu yitirmeden."

Bununla da kalmıyor yazar;

"Duygu ... Gençliği habis bir ur gibi saran özgürlük illetine fena yakalanmıştı."

"İzmir ... Ne kadar ürkmekteyim ben bu şehirden. Kesinlikle ne kız, ne de erkek çocuğumu yetiştiremezdim herhalde. Avrupa'da bile bu kadar açık gezen kadın görmediğim için, acep güneş çok daha yakıcı, ondan mıdır bu insanların çıplaklığı diye şaşmaktayım."

"Kahrolasıca o zorba özgürlük esareti..."

"İrem gelinler çoğalsa, belki de Duygular ölmeyecek."


"Özgürlüğün ölüm olduğu anlatılabilmeli."


O bok attığı özgürlük sayesinde bu yazıları yazan hanıma birşeyler derdim ama ateist ahlak anlayışım buna izin vermiyor.

Kürt Açılımı

Neden şimdi sorusu geliyor aklıma. AKP, iktidarının 7. senesini doldurmaya hazırlanırken, hem de genel seçimlerde oyların %47'sini almış bir parti olarak neden 2 sene daha beklediklerini soruyorum kendime. Bu soruya birden çok cevap verilebilir, tüm bunları sunmak istiyorum.

1) AKP'nin bu sorunu çözmedeki niyeti ve kararlılığı: Öncelikle yaratılmak istenen genel kanının bu olduğunu görüyoruz. Devlet Bakanı Faruk Çelik de dün şu açıklamayı gerçekleştirdi:

"İmralı'ymış, şuymuş, buymuş, hükümetin bu ve benzeri bir yaklaşım içinde olayı başlattığı şeklinde değerlendirme yapmak hükümete yapılacak en büyük iftiradır."

Görüldüğü üzere İmralı'dan gelecek olan açıklamaların, hükümetin tutumunda bir etkisi olmadığını iddia ediyor Devlet Bakanı. İmralı konusunu da cevaplardan biri olarak sunacağım. Ancak öncelikle AKP'nin niyetine dair daha kesin bilgiler vermek gerekiyor.

Öncelikle bundan birkaç ay önce Başbakan Erdoğan, bizim belli bir Kürt-Doğu Sorunu, ya da adına ne derseniz, politikamız var, bu da parti programımız da 1-2 sayfa ile yer alıyor, demişti. Parti programındaki bu bölümü incelediğinizde karşınıza iki temel politika çıkıyor: 1. Doğu'ya dönük ayrıcalıklı yatırım, katkı vb. hizmetlerin yapılmayacağı, ve daha çok genel bir demokratikleşme bir projesi yaratmak 2. Demokratik-çokkültürlülüğe saygı (politik kimlik ekseninde değil) ekseninde çözüm.

Programın ilgili bölümü için tıklayınız.

Ancak aynı programın alt kısımlarında da şöyle bir açıklama yer alıyor:

"Partimiz yöreye yönelik istihdamı artırıcı ciddi ekonomik projeler gerçekleştirilecek..."

Cümlenin bozuk olması bir yana, yukarıda bahsettiğim bölümün tersine bir pozitif ayrımcılığın da benimsendiğini görüyoruz. Düşüncem, hükümetin, tam olarak ne yapması gerektiğini bilmediği yönündedir. Nitekim Devlet Bakanı Cevdet Yılmaz'ın açıkladığı üzere İşsizlik Fonu'ndan Doğu'ya 3 milyar lira aktarılacaktır.

Aynı şekilde Erdoğan'ın, PKK'ya terör örgütü demeyenlerle görüşmem restine karşılık birkaç gün önce DTP'lilerle görüşmesi de bu belirsizliğin bir diğer göstergesi.

Kısaca, tüm bunlar AKP'nin, bu konuda tutarlı bir politikaya sahip olmaktan çok, bu konuda aceleci ve tutarsız olduklarını gösteriyor.

2) İmralı'dan gelecek yol haritası: Bu aslında son günlerdeki gündemi yaratan asıl sebep gibi gözüküyor. Bu yol haritası haberi hükümeti bir telaşa düşürdü. Erdoğan çıkıp kendi milletvekillerine konuşma yasağı koydu ve açılımı eleştirenlere yönelik, "söz olur kestire başı" bile dedi. Hükümetin tüm amacı, İmralı'dan bir yol haritası gelmeden önce, kendi yol haritaları üzerinde kısmen de olsa bir mutabakat sağlamak gibi gözüküyor. Bunu başarabileceklerinden de, yukarıda vurguladığım acelecilik ve tutarsızlık gibi nedenlerden dolayı, şüphe duyuyorum.

3) Ekonomik krizin etkisiyle, gündem kaydırma çabaları: Bu Türkiye'de ve Dünya'da çok yaşanan bir durum olarak görülebilir ve yukarıda saydığım nedene ek olarak motive edici bir neden olarak tanımlanabilir. Nitekim, işsizlik artarken, büyüme durmuşken ve durum iyiye gitmiyorken, Kürt sorunu, Türkiye'nin en önemli sorunu olarak lanse edilir oldu. Tüm TV programları, Kürt sorunu ile yatıp kalkıyor, tüm tartışmalar, köşe yazıları ve polemikleri bu gündemi takip ediyor. Ergenekon iddianamesi bile unutuldu.

4) Yerel seçimlerde yaşanılan Güneydoğu hayalkırıklığı: Güneydoğu'daki bazı illerde oylarını arttırmış olsa da, "ceketimi koysam bile seçtiririm" vb. söylemlere sahip AKP ,büyük bir hayalkırıklığı yaşadı. Yapılan yardımlar ve gezilerin bir işe yaramadığı görüldü. Bunun için bölgeye yönelik bu tarz açılımlar, politikalar ve söylemlerin işe yarayacağını düşünmüş olabilirler.

Tüm bu saydığım nedenleri ayrı ayrı değerlendirsem de, ancak beraber düşünüldüğünde bazı sonuçlara varılabileceğini düşünüyorum.

12 Ağustos 2009 Çarşamba

Yorumsuz...


Daha önce de bir valinin açıklamalarını blogda konu etmiştim. Bu seferkine bir yorum yazmayacağım, buyrun okuyun:


"Ama mülki idarenin bir özelliği vardır. Mülki idare amiri gittiği yerde gittiği yerin şartlarına uygun olarak oranın hakikaten hayatın gerisinde kalmaması için çağdaş uygarlık gibi saçma sapan kavramların söylemeyeceğim. Hayatın gerisinde kalmaması için maddi manevi, ekonomik teknik, eğitim her şey dahil elinden geleni yapmış bir idaredir."

Ordu Valisi Ali Kaban'ın açıklamaları bunlar, hem de resmi sitelerinden alınmış şekliyle. Bu vali daha önce pisuvarları kaldırtarak gündemi meşgul etmişti.

Açıklamalar için tıklayın.

Başbakan da yanlışlıkla yumruk yemiş, geçmiş olsun dileklerimi gönderiyorum.

9 Ağustos 2009 Pazar

Gündemden Kısa Kısa

Gündemden kısa kısa iki başlık sunup, birkaç yorum eklemek istiyorum.

Bunlardan birincisi eski İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu'nun Baykal'a olan çıkışı... Aksu, Baykal'ın "Kürt açılımı" konusundaki sözlerine karşılık şunları söylemiş:

''Sayın Baykal'ın tutarlı olmak, geçmişiyle çelişkiye düşmemek gibi bir kaygı gözetmediği her halinden belli oluyor. İçler acısı bir durum.''

Aksu'nun, bunları Ahmet Türk'ün anılarını kastederek söylediği açıktır. Türk, Deniz Baykal'ın 80 darbesi sonrası Diyarbakır Cezaevi'nde yaşananlara karşı tepkilerini açıklamıştı. Konunun "Kürt" kısmını tartışmak istemiyorum. Bir önerim olacak sadece, o da, Aksu'nun geçmişte söylenenler-şu anki fikirler-çelişki üçgenindeki eleştirisini kendi partisine de yöneltmesidir. Hatta direkt olarak Genel Başkanı'nı eleştirebilir. Sayın Erdoğan değiştiğini açıklamıştı ya!

Bugün dikkatimi çeken bir diğer başlık, Ardıçlar'dan Engin'in Yalçın Küçük eleştirisiydi. Ardıç, Yalçın Küçük'ün Atatürk eleştirilerini eleştirip, kendi yazılarının bu eleştiriler karşısında masum olduğunu iddia etmiş. Küçük eleştirilerinde serttir evet, Mustafa Kemal'i de ağır eleştirdiği kitapları mevcuttur. Ancak Küçük, akademik bir dille, belgeleriyle ve tutarlı bir dille eleştirilerini yöneltirken, asıl cici görünmeye çalışıp sağdan soldan Mustafa Kemal'e geçirmeye çalışan Ardıç masum değildir. Kendisi de bunu çok iyi bilmektedir.

Ardıç yazının başında da, Küçük'ün Emperyalist Türkiye kitabına kafayı takar, ve hani Türkiye emperyalizm'den çok çekiyordu, nasıl emperyalist oldu diyerek ilkokul seviyesindeki eleştirisini gerçekleştirir. Küçük'ün son zamanlarda epey sapıttığının farkındayım, ama eski kitapları okunmalı, okutturulmalıdır. Katılmadığım birçok yargısı olsa da, Yalçın Küçük deha olarak tanımlanabilecek nadir insanlardan biridir. Dediğim gibi katılır, katılmazsınız ya da eksik bulabilirsiniz ama sırf şu yazısı bile onun çıkarımlarının muhteşemliğini ortaya koyuyor ve kendinizi böcek gibi hissetmenize neden oluyor. Ben aştım kardeşim, niye böcek gibi hissedeyim derseniz diyecek bir şeyim yok tabi, ama buyrun okuyun:

http://www.yalcinkucuk.net/haber_detay.asp?haberID=28

7 Ağustos 2009 Cuma

Polis Devleti

Bu ülkede, "polis rejimin teminatıdır" diyen bir başbakan mevcut. Burada rejim olarak tanımlanan ve algılanın demokrasi olduğu düşünülürse çok talihsiz bir açıklama, ama söyleyen düşünüldüğünde de bir o kadar mantıklı. Özal da bundan seneler önce askerin antitezi olarak polisi göstermişti. Erdoğan da aynı yolu izliyor demek ki.

Polis, refahın ve huzurun güvencesi derlerdi de, "rejimin" güvencesi nasıl oluverdi, anlamak güç. Dediğim gibi, bu rejim demokrasi ise bir de, bunu söylemek demokrasinin ne olduğundan bihaber olunduğunu gösterir.

Erdoğan'ın bu sözlerine gelen eleştirilerde de yargı, rejimin bekçisi olarak tanımlandı. Artık çok söylenen bir şey olmasa da, ordunun da rejimin bekçisi olarak düşünüldüğü aşikar. Genel kanı devletin içindeki kurumların yani yasama, yürütme, yargının (bunların yanına ordu da konulabilir; meselemiz demokrasi ise de, "sivil kontrol altındaki bir ordu" diyebiliriz) rejimin güvencesi olduğu yönünde.

Tüm bunları bir yana bırakırsak, demokrasinin bekçisi halktan başka bir grup da değildir, nitekim demokrasiye bekçilik yapmayan bir halkın içinde bulunduğu ülkenin otoriter bir şekilde yapılanması kaçınılmazdır ve bu yapılanmanın dahi demokrasi olarak algılanması sürdürülebilir. Bu da demokrasinin temel çıkmazlarından biridir aslında.

Tüm yukarıda bahsettiklerim, demokrasi içindeki soru ve sorunları (liberal-burjuva) demokrasinin öngördüğü kavram, önerme ve düşünceleri baz alarak tartışmaktı. Yoksa demokratik ulus devlet çağındaki devletlerin, zaten oligarşik bir yapılanma içerisinde olduğu açıktır. Azın, çoğu yönettiği ve yönetirken de sömürünün var olduğu bir sisteme demokrasi demek, nasıl bir demokrasi tahayyül ettiğinizi gösterir.

Tüm bunları tartışmamın nedeni bugün açıklanan bir haberdi: Yeni İstanbul Emniyet Müdürü, sivil polislerin oluşturacağı sokak timleri kurarak, suçla savaşmaya karar vermiş. Artık simitçi-çöpçü görünümlü kişiler polis çıkabilir. Dikkat edin, saygılı davranın. Ya da iyisi mi, hiç konuşmayın, karşılık vermeyin, uslu durun. Makbul vatandaş olun, nasıl olsa rejimin teminatı artık aramızda.

5 Ağustos 2009 Çarşamba

Sosyal Devlet

*

İstanbul Belediyesi geçen seneden itibaren bazı ailelerin, sanırım tapuları yok diye, evlerini yıkarak yeni yerleri, ki şehrin güzel yerlerinden bahsediyoruz, başkalarına satmaya başladı. İşte bir yeni kaynak arayışı daha...

Bu duruma liberal tezler açısından bakacak olursak, e normal madem tapuları yok orada ne işleri var diyebilirsiniz. Teorik olarak haklısınız belki, ama burada en az 20 yıldır orada yaşamış ve liberal tezlere göre bile belli bir emek ortaya koyduklarından dolayı o topraklar üzerinde belli bir hak sahibi olabilecek kişilerden bahsediyoruz. Ama sözde sosyal devletimiz, bu kişilerin yaşamlarına aynı şekilde devam etmelerini sağlamanın yollarını aramak yerine, nedense tüm binaları yerle bir etti. Bu kişilere vadeli bir ödeme planı sunulabilirdi. Ya da banka kredisi almalarını sağlayıp paranın tamamı da istenebilirdi. Tabi bu para alınırken, uzun yıllar orada yaşamış oldukları ve belli bir emek harcadıkları düşünülerek maddi açıdan biraz da kolaylık sağlanılabilirdi. Ancak bunların hiçbiri olmadı. Binalar yıkıldı. Yerine yenileri dikilmeye başlandı bile.



Bu durumu bana kimse açıklayamaz. Belediye'nin kaynak arayışında olduğu çok açık. Yeni binalar demek, Belediye'nin kasasına girecek yeni kaynaklar demek ve burada kısmen zengin muhitlerden bahsediyoruz. Bu kaynak arayışı belki de İstanbul Belediyesi'nin battığına dair ortaya çıkan haberlerin doğruluğu gösteriyor. Bu haberlerden birkaçının linkini vereyim:

http://www.haberbu.com/haber/Istanbul-Belediyesi-batti-mi/74031
http://www.ayrintilihaber.com/news_detail.php?id=39084

İflas haberleri birçok şeyi açıklıyor. Yoksa bu insanların apar topar evlerinden çıkarılmasının sadece son bir senede gerçekleşmesi başka türlü açıklanamaz. İstanbul dışında başka yerlerde de bu yaşanıyor mu, bilmiyorum. Yaşanıyorsa, bu sadece İstanbul Belediyesi'nin kaynak arayışı ile ilişkilendirilemez o vakit. Yine de "sosyal devlet" görünümlü burjuva devletimize dair yapılan eleştiri geçerliliğini koruyor.

O sokaktan geçerken, moloz yığınlarına her baktığımda, aklıma yapılan haksızlıklar geliyor. Maalesef, o molozların üstüne dikilecek binalar aklıma gelecekleri değiştirmeyecek.

* İlk resmin konuyla ilgisi yoktur, ilgili inşaat yıkım sonrası yapılan inşaatlardan biri değil.

3 Ağustos 2009 Pazartesi

Aile Albümü

Bilirsiniz, internet gazetelerinde haberlerin içine haberle ilgili fotoğraf albümü eklenir. Çoğunlukla da aynı fotoğrafları gösterip dururlar. 40 adet fotoğraf varsa, 20.sinden itibaren başa dönersiniz. "A mankeni fotoğrafları için tıklayınız"dan tanırsınız. Bugün ise hurriyet.com.tr'de gazeteciliğin doruk noktasıyla karşılaştım. Haber Antalya'dan havalanan bir uçağın motorunun alev almasıyla ilgiliydi. Haber linkinde yine klasik olarak haber fotoğrafları linki bulunuyordu. Buraya kadar hiçbir şey alışılmışın dışında değil. Ancak haber fotoğraflarını sağlayan amatör kameranın içindeki diğer fotoğrafları, yani aile fotoğraflarını da haberin içine yerleştiren, ya da içinde unutan hurriyet.com.tr'yi kutlamak istiyorum. Özel hayata saygısızlık mı, unutkanlık mı, saygısızlık mı yoksa özensizlik mi olarak nitelendirirsiniz bilmiyorum, ama benim aklıma Aziz Nesin geldi.

Bu ilgili fotoğraf:


Bu da aile manzaraları: