30 Eylül 2009 Çarşamba

Küçük Amerika

Her açıklamada Amerika lafını kullanmasalar olmuyor, özellikle de Başbakan... İşsizlik konusunda da, "her üniversite mezunu iş bulacak diye bir kaide yok, başta ABD olmak üzere diğer ülkelerde...." demiş, gerisini de tahmin edersiniz.

Haber için tıklayınız.

Anlamadığım; sosyal devlet mefhumundan bir gram nasibini almamış bir ülke nasıl olur da işsizlik gibi bir konuda örnek gösterilebilir.

Bu durum bu örnekle de son bulmuyor. İstanbul'daki sel rezaletinden sonra, İstanbul Belediye Başka... pardon... Başbakan Erdoğan, New Orleans'ı kastedererek, lafı ABD'de de bunlar oluyor demeye getirmişti. Bilmiyorum Başbakan farkında mı, ama New Orleans'ı o hale getiren bir kasırga idi.

Bu söylemin temelini de, 1950'lerde "Türkiye'yi küçük Amerika yapacağız" diyerek propaganda yapan Demokrat Parti olarak gösterebiliriz. Kemalist kadroların uluslararası sermayeye karşı olduğunu söyleme gafletinde bulunmayacağım, ama yine de DP, Amerika'nın kötü ahlakını bu ülkeye yerleştiren başlıca zihniyetlerin başında geliyor... Batı'nın kötü ahlakını alsaydık keşke; tabi Erdoğan'ın kastettiği şekliyle...

27 Eylül 2009 Pazar

İnsan, Yaşam ve İnsanın Varoluşu Üzerine Düşünceler...

Yaşam, yaşamak ya da hayat aslında en temel değer. Diğer varlıklarla insanı ortak bir paydada buluşturan yegane değerlerden ve belki bundan yıllar sonra tek değer olarak çıkacak karşımıza.

Yaşama içgüdüsü tüm insan hayatını şekillendiriyor aslında. Freud yaşama ve ölüm içgüdüsü der, ama bana göre sadece yaşama içgüdüsü...

Din kavramının ve dolayısıyla ölümden sonra yaşam kavramı da tam da bununla ilgili. Din zaten belirsizlikleri ortadan kaldırmaya yarayan bir kavramdan başka birşey değil. Belirsizlik de korkuların nedeni... İnsanlığın arzu etmediği belli başlı durum, ki bu da yaşama içgüdüsü ile ilgili...

Yolda yürürken karşımıza ne çıkacağını kestiremiyorsak, belirsizlik bizi korkuya götürür. Kurallar, hukuk vb. tüm üst kurumlar da bu belirsizliği ortadan kaldırmak için kurulmuştur. Yoksulun ve işçinin, ihtiyaçları ve dolayısıyla yaşamını; varlıklı ve hakim sınıfın da hakim ideolojisini ve dolayısıyla yaşamını korur kurallar. Kuralsızlık belirsizliktir. Belirsizlik de korku, yaşamama korkusudur.

Avcı her zaman beklenmedik anda saldırır. Bilinmeyenlerin azalmasıdır problemin çözümü... Güneşin doğması; nasıl gerçekleştiği, yani bir belirsizlik, Din kurumunun temelindedir. Daha ileri düzeyde ise, ancak cennet-cehennem kavramının oluşturulmasından önce (nitekim bu zaten üst yapı olan kural koyuculuğun, kurallarının meşruiyetini sağlamak için kurguladığı bir hikayedir) ölüm sonrası yaşamı üretmiştir. Din, burada yaşama içgüdüsünün getirdiği bir sonuçtur, sonrasındaki yozlaşmadan bağımsız olarak... Dinler, Dünya'da refah dolu kısa bir yaşam yerine, cennette "sonsuz" yaşamı vaat eder. Protestanlıkta dahi, nihayi hedef cennete seçilmiş olmaktır. Dünya'daki çalışmalarınız, emeğiniz ve kazancınız teşvik edilse de aslında bir araçtan başka birşey değildir. Farklı toplumsal-ekonomik parametrelerde aracın şekli doğal olarak değişir, vaatin şeklinin de değişebileceği gibi... Katoliklerin artık "cehennem'de yanmak" kavramını hafifletmeleri ve kullanmamaları örnek gösterilebilir. Ama vaat edinilenin esansı yaşama içgüdüsüdür.

Din konusunda olduğu gibi, diğer tüm üst yapılarda da aynı esans bakidir; farklı toplumsal-ekonomik parametreler şeklini değiştirse de... Nitekim biraz önce değindiğim gibi kurallar ve hukuk, belirsizliği yani yaşama içgüdüsünün [Varoluş güdüsü de denilebilir, hem böylece sınıf bilinci de açıklanabilir; sınıf olarak var olma! Böylece burjuvazinin sermayeci özelliği açıklanabilir. Burjuvazi, bir sınıf bilinci ile tam bir sermayeci (accumulative) harekette bulunmadığı sürece var oluşları tehlikededir. (Bu korkuyu onlara en azılı düşmanları sağlamıştır)] en büyük korkusunu ortadan kaldırmak için vardır. Trafik ışıkları gibi hayatımızı kolaylaştırdığını düşündüğümüz kurallar, meşruiyetini bu düzlemde kazanır ve ceza kanunun en yozlaşmış hükümlerini bile destekler buluruz kendimizi...

Peki intihar? Yaşamına son vermek... Bu soruya, "üst yapının getirdiği bir davranış biçimidir", diye cevap verip yapısalcılıktan uzaklaşabilirim, ancak başka noktalar da var.

Yaşamı sonlanmak üzere olanların (hastalık, yaşlılık, idam, işkence, infaz) intihar yolunu seçmesi de yaşama içgüdüsünün bir eseridir. Hobbes, mutluluk (felicity) olarak tanımlarken insan ihtiyacını, ölümden çok, acılı bir ölümü lanetlemiştir. Bu yüzdendir ki intihar, yukarıdaki koşullarda, yaşam içinde daha fazla acı çekmeme isteğidir. Freud'a katılmadığım nokta budur.

Peki ya; gurur ve onur uğrundaki intiharlar?:

Gurur ve onur, insan kavramının en üst basamağındaki, yani insani değerler piramidinde en üst sıralardaki kavramlardır.

Peki yaşam insanın en temel değeri ise, insanlığın yaşama biçtiği değer bunu doğrular nitelikte midir?

Ölümün fethedilmeye çalışıldığı bir çağdayız. Ama yine de problematik, sınıfsal bir tablodan doğuyor. Sınıfsal yapının-yaşama içgüdüsü ile ilişkisini kurmama gerek yok, bu benim düşleyemeyeceğim kadar iyi yapıldı. Ama yine de son dönemde teknolojinin bir ideoloji doğurduğu aşikar, nitekim en temel değer yaşam, mülkiyet uğruna terk edildi. Bu tip ikameler tarih boyunca mevcuttur. Zaten ikamelerin de var oluşun bir aracı olduğunu belirttim.

Ama "insanlık" artık terk ettikleri ve ölüme bıraktıkları ile kendi doğasına ihanet ediyor. Bu daha önce yaşandı ama ilerleme ölümün de boyutlarını artırıyor artık. Bu artık kısıtlı kaynakların ya da önlenemez hastalıkların değil, toplumsal yapının direkt bir sonucu. Tüm toplumsal-siyasal akademik çalışmalar insan hakları konusunda, en temel hakkı yaşama hakkı olarak tanımlıyor. Ancak aynı çalışmalar, yaşamayı; idam karşıtlığı, kültürel varoluş ya da benzeri üst yapısal değerler üzerinden yüceltme çabası içerisinde... Günümüz düşüncesi varoluşa değerini veriyor gibi gözükse de, bu üst yapısal söylem sosyo-ekonomik tabanıyla büyük bir çelişki içerisinde...

Yaşam, en temel hak ve özgürlük iken, idam cezası yok olup giderken; açlık, yoksulluk ve yoksunluk yani varoluş tehlikesi büyük kitleleri etkisi altına almış durumda. İşte bu kitleler varoluşlarının yok olma sınırına dayandığı bu günlerde, ya verili koşulların getirdiği üst yapısal söylemlerdeki (kültürel, kimliğe dayalı varoluşları) varoluş kavramlarına tutunacaklar ve kriz sonrası refah ve kültürel-kimlik politikaları ile avutulacaklar, ve böylece bir sonraki tehlikeye kadar gözlerini kapatacaklar, ya da isyana daha da çok teşvik edileceklerdir. Bilinç, yaşamdan sonra en kıymetli değerdir, nitekim varoluşu korur...

24 Eylül 2009 Perşembe

Dikkat Sızıntı Var!

Günümüzün, demokrasi savunuculuğunu TSK karşıtlığı ile ilerleten Nur Cemaati vb. grupların bu "sözde" savunuculuğu sadece "günümüzde" yapabileceği çok aşikar.

Sızıntı dergisinin Ekim 1980'de yayımlanan sayısının giriş yazısına kısa bir göz atıyoruz hemen:

Yazının adı "Son Karakol"...

"Karakol, sükunet’in, huzur’un ve emniyetin remzidir. Orada düzen, orada huzur ve onda gözlerin uyanık oluşu, umumi emniyet ve muvazenenin en büyük teminatıdır. Orada kargaşa ve bunalımlar ise, arkasındaki topluluklar için en büyük felakettir."

Yazının devamında bir askeriye güzellemesi ile karşılaşıyoruz. Okumak için burayı tıklayınız.

Son paragraf da her şeyi özetliyor:

"Ve, işte şimdi, binbir ümit ve sevinç içinde, asırlık bekleyişin tuluû saydığımız, bu son dirilişi, son karakolun varlık ve bekasına alamet sayıyor; ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz."

1980'de Hızır gibi imdatlara yetişen TSK, şimdi imdadına yetişilenler tarafından lanetleniyor. Sırf Sol hareket karşısında diye meşruiyet yüklendirilen "darbe" şimdi aynı kişiler tarafından karşı çıkılan bir oluşum olarak ortaya çıkıyor. Bununla da kalmayarak, bir zamanların Hızır'ı hakkında iki olumlu söz beyan edenler darbeci ve demokrasi düşmanı ilan ediliyor.

Ne garip bir dünya değil mi? Aslında bir o kadar da açık!

23 Eylül 2009 Çarşamba

Keny Arkana - Halkın İsyanı

"Halkın İsyanı"; orijinal ismiyle "La Rage du Peuple"...

"Seçimler bir şeyleri değiştirecek olsa yasaklanırdı" diyen birine ait bir şarkı.

Şarkının içinde geçen "isyan, çünkü tarihsel bilgi artık çağdaşlaşmıyor" sözü ile zaten rap sevmeyen beni yeterince etkiledi. İzleyin, izlettirin.

Halkın isyanı_Keny Arkana_La rage du peuple from academiaturk on Vimeo.

22 Eylül 2009 Salı

Politik Filmler

Herhangi bir "en iyi" sıralaması yapacak değilim. Ancak izlenmesini önerdiğim birkaç filmi paylaşmak istiyorum. Evrensel değil, kişisel bir liste olduğunu dikkate alıp, eksikleri mazur görünüz.














19 Eylül 2009 Cumartesi

Bu Siteye Erişim Mahkeme Kararıyla Engellenmiştir.

Başlıkta kullandığım cümle alıştığımız bir görüntü. Maalesef artık www.myspace.com ve www.last.fm adresleri de bu engellemelerden nasibini aldı.

Söylenebilecek pek bir şey yok. Demokratik olarak nereye açılıyoruz, gerçekten anlayamıyorum. Umarım bir gün blogger.com da aynı muameleyi görmez de bir site almak zorunda kalmam.

Biri Osmanlı mı Dedi?

Başbakanımız ağzından Osmanlı kelimesini düşürmemeye kararlı gözüküyor. "Son Osmanlı Padişahı 1. Recep Tayyip Erdoğan" rezilliğinden sonra seçmeninin hoşuna gideceğini düşünüyor olmalı. Nitekim dün kendisi Kürt Sorunu'na dair çözümlemesinde Osmanlı'nın ayakları üzerinde çok sağlam durduğunu bu yüzden bu vb. sorunlar yaşamadığını buyurmuş. Erdoğan, Osmanlı'nın çok güçlü olduğundan, kendi deyimiyle "ayakları yere sağlam bastığından" dolayı (Osman'ın ayakları 56 numaraymış) bu tip sorunlar yaşamadığını belirtmiş.

Evet, Ulus-devlet çağındaki sorunlara imparatorluk çağından hatta orta çağdan seslenen bir liderimiz var.

Bundan sonra atılacak adım, ülkeyi Kürtler, Lazlar, Çerkezler, Araplar ve Türkler olarak ayırıp, Türk olmayanlardan fazla vergi alıp, askerlikten de muaf tutmak olacaktır sanırım. Tanzimatçıların kemikleri sızlıyordur herhalde.

Olayın ekonomik verilerle hiçbir ilgisi "kalmadığını" anlayamadılar sanırım. O hiç beğenmedikleri Kemalist-Ergenekoncu zihniyet değil miydi, Kürt Sorunu'nu "Ekonomik bir sorun" olarak tanımlayan?

Zaten Erdoğan da önce Kürt Açılımı olan, sonra Demokratik Açılım olan "proje"nin adını bugünlerde "Demokratik Açılım ve Milli Birlik Projesi" olarak telaffuz ediyormuş. O proje bundan 70 yıl önce pek işe yaramadığı için zaten ilki ile uğraşıyorsunuz, farkında mısınız?

Haber, Okunduğu Sürece Haberdir!

Hürriyet'in internet gazetesinin vizyonu bu sanırım. Yine haberin içeriği ile ilgisi olmayan, sadece milli duyguları kullanarak "tık" kazanma adına atılmış başka bir haber başlığı daha kullan.

Haber Galatasaray'ın bir Yunanistan takımı olan Panathinaikos deplasmanından galibiyetle dönmesi üzerine yapılmış. Başlık şu şekilde:

Çoğu kişi ne yapmış bu Yunanlar diyerek, hatta belki küfürleri basarak bu haberi tıklamıştır. Ancak haberin içeriğinde görüyoruz ki, bir Yunan gazetesi maç hakkında "Atina'da Türk Tacizi" başlığını atmış.

Kısaca Yunan gazetesi kendilerinin taciz olduğunu belirtirken, bizim gazetemiz tacize uğradığımızı ima ederek okuyucu çekmeye çalışıyor. Tam bir rezillik!

17 Eylül 2009 Perşembe

Köşe Yazarları Familyasından

Ayşe Özyılmazel bu sefer köşesinden kendisini eleştirenlere seslenmiş. Kendisine "sataşanlara" bir rehber hediye etmiş. Bana sataşmak için "zaten ancak bunları kullanabilirsiniz, sizi özürlüler" mesajı vermeye çalışırken, kullandığı başlık kendisini eleştirenlere yeni bir kapı açıyor adeta:

"Bana çakmak isteyenlere dokuz maddelik rehber!"

Köşe yazarlığının kişisel bir mastürbasyona döndüğü ülkemizde, köşe yazıları farklı fikirlerin edinilebileceği bir yer olmaktan çok, güne sinirlenerek başlamamak için kaçınılan bir yer olma yolunda hızla ilerliyor. Tebrikler!

15 Eylül 2009 Salı

Günlük Hayatta Totalitarizm

Çok sevgili bir arkadaşımın hediyesi olan Gündüz Vassaf'ın Cehenneme Övgü kitabına gömülmüştüm birkaç haftadır... Aslında olması gerekenden çok daha önce bitmesi gerekirken, maymun iştahlılık yapıp araya başka bir kitap daha sokmuştum. Yine de okurken notlar çıkardığım için okuması da uzun sürdü. Notlardan çıkaracağım, kitaba dair geniş çaplı yorumumu önümüzdeki günlerde paylaşacağım. Ancak bu yazıyla ilgili olduğundan kitabın ufak bir özetiyle başlamak faydalı olacaktır.

Kitap, ikinci başlığı olan Günlük Hayatta Totalitarizm'den anlaşılacağı gibi, günlük hayatta yaşadığımız ve normalleştirdiğimiz pratiklerin bizi nasıl farklı güç odaklarının kontrolüne ve farklı güç ilişkilerinin "yönlendirilen" kısmına yerleştirdiğini araştırıyor. Cehennem-cennet algısı, cinsel yaşam ve cinsel kimliklerimiz, gece-gündüz ikiliği vb. birçok daha önce akla gelmiş ya da gelmemiş farklı kavramlar üzerinden totaliter kontrol sorgulanıyor. Dediğim gibi, kitaba dair eleştirilerimi daha sonra paylaşacağım, ancak en önemli eleştirimin, bu totaliter kontrol pratiklerini inceleyen Vassaf'ın bu kontrolün aktörlerinin kimliklerine dair net bir yorum ortaya koymaması olduğunu belirtmek isterim. Vassaf'ın kitabını okurken bir çocuk kitabında karşılaştığım ve yıllar önce benim de okumuş olduğum bir hikaye bu eleştirime çok güzel bir örnek olarak çıktı karşıma. Nitekim bu yazıyı yazmamın nedeni de Vassaf'ın kitabına dair düşüncelerimi paylaşmadan önce bir ön yazı hazırlamak değil, bu hikayeyi paylaşmaktı.

Hikaye, güneş ve rüzgar'ın girdiği bir iddaa ile ilgili: Kim şu adamın paltosunu çıkartabilecek?:

"Rüzgar güneşle iddiaya girer, yaşlı adamın paltosunu üzerinden kimin uçurabileceğine dair… Sonrada bütün kuvvetiyle eser… yel olur… Fırtına olur, gitgide şiddetini arttırır da… Yine de bırakmaz adam… Hatta daha da sıkı sarılır. Bir türlü bırakmaz… Sonunda rüzgar mahcup bir şekilde pes edince… ‘Birde beni seyret’der güneş ‘hadi canım sen de’ der rüzgar, benim yapamadığımı sen nasıl yapacaksın ki derken… Güneş, kemiklerine kadar ısıtınca adam, paltoya ihtiyaç duymaz olur.. çıkarır önce… sonrada bu sıcakta taşımak istemeyip bırakır bir ağacın altına… ihtiyacı olan alsın diye…"

Hikayede, mülkiyet kavramının pek de geçerli olmadığı ilk izlenimimdi, mülkiyet kavramının damarlarına kadar işlediği biri olarak... Ama bir yandan da bu hikaye bana tam da totalitarizm'in nasıl bir şey olduğunu hatırlattı.

Farkında olmadan, seve seve, isteyerek ve/veya hiç düşünmeden bir şeyi gerçekleştirmek...

Hikaye bize birşeyi kaba kuvvete başvurmadan "güzelce" de "yaptırtabileceğimizi" öğütlüyor. Bir paltonun çıkartılıp ihtiyaç sahibine bırakılması da "mülkiyet" kavramının geçerli olmadığı bir dünyada çok mantıklı. Ancak peki o paltoyu bize çıkartıranın kim olduğu önemli değil mi? Bize yaptıklarımızı ve yaparken "normal" olarak tanımladıklarımızı yaptıranlar kimler? Bu neler yapıldığı kadar önemli bir problem değil mi? Neden çocuklarımıza disiplin adı altında türlü işkenceler uyguluyoruz mesela? Farklı örnekler için Vassaf'ın kitabı önerilebilir.

Güneş ve rüzgar bu hikayede soyut ancak bir o kadar da ilgili kavramlar. Nitekim, bize "güzelce" birşeyler yaptıranlar zaten her zaman kendi algımızda "güneş" olarak kalmış ve kalacaklardır. Biz onların istediklerini yaptığımız sürece onlar hep bizim güneşimiz olacaklardır ve tıpkı bir güneş gibi istediklerini yaptığımız sürece tam da başımızın üstünde bizim yanımızda olacak ve bizi kemiklerimize kadar ısıtmaya devam edeceklerdir. Kim bize yaptırılanların her zaman bizim "iyiliğimiz" için olduğunu savunabilir ki? Peki ya isyan edersek? Hep güneş olarak mı kalacak, yoksa birden rüzgara mı dönüşecek hep yaşadığımız gibi?

Masum bir çocuk hikayesinden bunu çıkarttığım için belki içinizden paranoyak diye tanımlayabilirsiniz beni. Ya da bunu kitabın bir yan etkisi olarak yorumlayıp beni eleştirinizden anında soyutlayabilirsiniz.

Yine de çocuk hikayelerinin önemini kavrayıp, totalitarizmin kökeninde ne olduğunun anlaşılması, başat aktörlerinin kimler olduğunun farkına varılması, bu aktörlerin kimliklerinin ortaya çıkarılması ve bu doğrultuda algıların reformasyonunun totalitarizme karşı kullanılabilecek yegane silahlardan biri olduğunu anlayabilirsiniz. En iyisi mi siz "sadece beni" dinleyin, nasıl olsa alışkınsınız!

12 Eylül 2009 Cumartesi

12 Eylül

Hatırlayın, hatırlatın... Meydanlardayız!

6 Eylül 2009 Pazar

Kadrolaşma ya da Yeni Bir Cumhuriyet?

Bu yazıyı yazmayı kaç zamandır erteliyorum. Bunda ülkede yaşananların da etkisi oldu. Ancak bundan bir hafta kadar önce "Yargı'da Değişim Başlamak Üzere" adlı yazıyla bu konuya kısa bir giriş yapmıştım. Haberler sekmesinde de görebileceğiniz gibi HSYK'ya atanma şekillerinin değişmesi gündemde. İlgili yazıyı yazdıktan birkaç gün sonra da "YÖK'ten Ergenekon soruşturması" adlı bir haber dikkatimi çekti. Haberde, YÖK'ün, Ergenekon soruşturması kapsamında gözaltına alınan, tutuklanan, sorgulanan ve sorguya adı dahi karışan isimler hakkında disiplin soruşturması başlattığı belirtiliyordu. Bu yapılanlar bir temizlik olarak yorumlanabilir. Ama unutulmamalıdır ki, yapılan temizlikler de kadrolaşmadan başka birşey değildir. Ancak yine de bir soru geliyor akıllara: Tüm bu yapılanlar 1970'lerde doruğa çıkan parti kadrolaşmalarının bir başka örneğinden mi ibaret, yoksa daha üst seviyede bir değişim mi söz konusu? Bu soruya cevap vermek için, Yargı ve eğitim kadrolarındaki bu tasfiyelerin önceki benzerlerine göz atabiliriz. Bunu yaparken de Kemalist Cumhuriyet'in tasfiyelerini karşılaştırma öznesi olarak kullanmak faydalı olabilir, nitekim eğer üst seviyede bir değişim söz konusu ise, bu Kemalist Cumhuriyet'i yakından alakadar etmektedir.

Yalçın Küçük, her darbe öncesi bir devalüasyondan bahseder. Buna ek olarak her darbe sonrası bir eğitim reformu gerçekleştiğinden de bahsedebiliriz.

Şimdi geri dönelim ve Kemalist Cumhuriyet'e bir göz atalım...

Devrim yapılmış, eğitim reformu gerçekleştirilmiştir. Daha sonra subayların tasfiyesi için oluşturulan Heyet-i Mahsusalar ile karşılaşırız. Daha fazla bilgi için, Cemil Koçak'ın Heyeti Mahsusalar adlı kitabına bakılabilir.

Aynı tasfiye 'sivil' bürokrasi de gerçekleşir. Daha sonra Basın'a dair bir düzenleme de kendini gösterir. Ancak en önemlisi, Darülfunun yani Üniversite'nin tasfiyesi, en son olarak, yani 1933'de gerçekleştirilir. Neden bu kadar geç sorusuna cevap, devrimlerin benimsendiğine dair güçlü inanç olarak görülebilir.

Şimdi gelelim günümüze...

1980 darbesi sonrası da eğitim reformu gerçekleştirilmiştir. 1980 darbesinin, "en azından iki rekat namaz kılmasını bilsinler istedik" diyen bir generalin başında bulunduğu bir darbe olduğunu hatırlatalım.

Peki son dönemde yaşananlar? Ergenekon soruşturması telaffuz edilmeye başlandığında, bunun Ordu'nun içindeki, dönemin anti-komünist, şimdinin ulusalcı ve anti-emperyalist kanadının tasfiyesinden ibaret olduğunu düşünmüştüm. Bu doğrultuda Ordu'daki tasfiye gerçekleşti. Ancak bu soruşturma ve tasfiyeler bununla sınırlı kalmadı. Rektörler, akademisyenler, gazeteciler tutuklandı ve iddianamesiz olarak aylarca tutuklu kaldılar, ve 1971'deki darbe günlerini aratmayacak şekilde hala da tutuklular.

Bir yandan bürokrasi'deki bir diğer kanat, yani Yargı'nın üzerinde bir dominasyon sağlanılmaya çalışılıyor. Bu da daha önceki deneyimler gibi, kamuoyu desteği aranılarak değil, yapısal bir değişiklik ile hedefleniyor. HSYK ve Anayasa Mahkemesi'ne yapılan atamalara Meclis ve Cumhurbaşkanı'nın müdahele edecek olması, bunun apaçık bir örneği olacaktır... Bu da ikinci olası tasfiyedir.

Son olarak da YÖK'ün başlattığı disiplin soruşturması... Bu da üçüncü, yani son olası tasfiyedir. İlginç olan da herşeyin tam da Kemalist Cumhuriyet'in tasfiyelerinin sırasıyla ilerlemesi...

Yapılanlar sadece bir kadrolaşma mı yoksa yeni bir rejimin ayak sesleri mi? Sorunun cevabını Gülay Göktürk'den alalım: "Rejim elbette değişecektir".

*Resim: Jacques-Louis David - The Death of Marat (1793)