10 Şubat 2010 Çarşamba

Yalanlama Kültürü

Deniz Baykal, Jacques Chirac'ın, Başbakan Erdoğan'ın Fransa ziyaretinde eşini beraberinde getirmemesini 'diplomatik' bir üslupla rica ettiğini iddia etti. Mehmet Ali Birand da Emine Erdoğan'ın bu geziye katılımının Türk bürokratların durumu sakıncalı bulduğundan dolayı gerçekleşemediğini ifade etti.

Bugün Başbakanlık bir yalanlama yayınladı. Sert bir dil kullanılan yalanlamada Emine Erdoğan'ın 19 Temmuz'da Fransa ziyaretinde bulunduğu belirtildi. 19 Temmuz gezisinin tarihi 2004, yani Chirac'ın görevde olduğu zamana denk gelmekteydi. Başbakanlık, daha sonra 19 Temmuz 2004'de gerçekleştiğini belirttiği Emine Erdoğan'ın ziyaret grubuna katıldığı iddiasını şu sözlerle 'değiştirdi':

''Bugün CHP Genel Başkanı Sayın Deniz Baykal'ın iddialarına ilişkin yapılan açıklamada bir tarih hatası olmuştur. Sayın Başbakan ve Sayın Emine Erdoğan 19 Temmuz 2004 değil, 12 Temmuz 2008 tarihinde Fransa'yı birlikte ziyaret etmişlerdir. Ziyaret tarihine ilişkin bu düzeltme dışında açıklama aynen geçerlidir.''

Ancak biliniyor ki, 2007'den itibaren Sarkozy Fransa Cumhurbaşkanlığı görevinde bulunuyor. Yani Baykal'ın iddiasını yalanlamak bir yana, bu yanlış 'yalanlama' nedeniyle destekler nitelikte bir açıklama ile karşı karşıyayız. Bir bakıma Başbakanlık yaptığı yanlış yalanlama nedeniyle, Chirac'ın görev başında bulunduğu tarihteki ziyarete Emine Erdoğan'ın katılmadığını doğrulamış oldu. Zaten Baykal da Sarkozy dönemindeki ziyaretten değil, Chirac dönemindeki ziyaretten bahsetmekteydi.

Ziyaretin Chirac'ın ricasıyla ya da Türk bürokratların sakıncalı görmesiyle gerçekleşememesi tabloyu değiştirmiyor. Nitekim ziyaretin bürokratlar tarafından sakıncalı görülme nedeni de çok büyük bir ihtimalle Fransa Cumhurbaşkanlığının tutumudur.

Bu olayın Erdoğan tarafından dile getirilmemesi, Türkiye Başbakanı'nın düştüğü durum, yurtiçindeki sözde 'ayrımcılıklara' verilen tepki ile bu olayın karşılaştırılması vb. birçok şekilde bu konu tartışılabilir. Ancak Başbakanlık'ın düştüğü aciz durumla bu konuyu kapatmak istiyorum. Gerçi ülkenin acziyeti hakkında daha başka bir olayın gözler önüne serilmesine gerek yoktu.

3 Şubat 2010 Çarşamba

Tartışma Ekseni: TEKEL İşçileri ve Peygamber Kavgası

Bir ülkenin sadece siyasal alanına değil toplumsal yapılanmasına dair gerçekleri bazı tartışmaların hangi eksende döndüğünden anlayabilirsiniz. Tartışmaların hangi taraflara çekildiğine ve eleştirilerin nereden seslendiğine dikkat etmek gerek.

Emekçilerin durumu buna en iyi örnektir. Bu durum sadece bu ülkenin gerçeği değildir; ancak TEKEL işçilerinin direnişlerine verilen cevapların ehemmiyeti, yönetici kadronun kendi gücünün devamına olan güvenini göstermektedir. Bunun da nedeni, maalesef ki aynı kafada olan ve bu zihniyetin devamını sağlayan milyonlardır.

Çalışma Bakanı Ömer Dinçer'in TEKEL işçilerinin direnişi hakkındaki sözlerine bakalım:

"Bunlar özelleştirilince aslında işsiz kalacaklardı, biz onları 4c'ye sokuyoruz. Bunu da yapmasak işsiz kalacaklar. Bir de ekonomik kriz var. Bunlarin 4c'de alacağı ücrete çalışmaya hevesli dışarıda bir sürü işsiz var."

Bu sözle yapılmış olan birçok şey var:
1) İstihdam olarak sunulan özelleştirmenin getirdiği işçi çıkartmaların meşrulaştırılması.
2) Yeri geldiğinde inkar edilen ekonomik krizin kullanılması.
3) "Bir sürü aç insan var, buldular da bunuyorlar" söylemi ile işçi hakları mevzusunun inkar edilmesi.

Dışarıdaki o binlerce işsiz insanın da onlarla aynı duruma düşmemesi için uğraşmaktadır TEKEL işçileri. Ancak beni en çok korkutan, yukarıda söylenenlerin açık açık söylenebiliyor oluşudur.

Dün ise bir başka tartışma, hatta çatışma gerçekleşti Meclis'de. MHP'li Osman Durmuş, bir AKP il başkanının Başbakan Erdoğan hakkında söylediği "o adeta bizim için ikinci bir peygamberdir" sözlerini, sarkastik bir şekilde kullanarak; "nasıl olur da peygamber gibi görülen birinin eşini GATA'ya sokmazsınız" dedi.

Bu sözleri, salona geç gelmesinden dolayı yarım yamalak dinlemiş olan Başbakan da çıkıp, peygamber yakıştırmasının MHP tarafından geldiğini sanarak ve olayı eşi-başörtüsü ekseninde algılayarak; "siz Peygamberimizin son peygamber olduğunu bilmiyor musunuz, ayrıca siz nasıl benim eşime laf edersiniz, GATA'dakileri tenkit edeceğinize eşime laf ediyorsunuz" dedi.

Daha sonra bu sözlerin neden söylenildiğini anlayıp, "internetten her okuduğumuza inanmamız gerektiğini" belirtti.

Bugün de, MHP'li Oktay Vural, AKP'li İl Başkanı'nın ses kaydını kanıt olarak dinletti. İlgili şahsın Erdoğan'ın talimatı ile görevden alınacağı konuşuluyor. Oktay Vural da, "sen kendini nasıl Peygamberimiz yerine koyarsın, biz senden 'haşa böyle yakıştırmalar çok yakışıksız' demeni beklerdik" diyerek seslendi Erdoğan'a.

Tüm bu olayların sırası ve doğru aktarılışı önemli.

Öncelikle Osman Durmuş, 'nasıl olur da bir Başbakan, peygamber gibi görülüyor' diyerek eleştirisini yapacağına, olayı başka bir boyuta taşıdığı için tartışma çok başka yerlere gitti. Erdoğan da bunu karısına hakaret edildiği şeklinde yorumlayınca, tartışma orada klasik Türk 'anama-bacıma-zevceme sövdü' muhabettinde döndü. Yumruklar atıldı, gözlükler kırıldı.

Bugün olayın aslı anlaşılmasına rağmen, tartışma hala 'nasıl olur da Peygamber gibi görülüyor, son peygamber Peygamberimizdir' ekseninde dönüyor.

Bir kişi de çıkıp, olayı "Erdoğan'ın, kendi saflarından Peygamber kadar sözü dinlenecek, biat edilecek biri olarak görülmesi demokrasi açısından çok üzücüdür. Bu tam anlamıyla hem parti içi hem yürütme açısından cemaat kültürünün göstergesidir. Türkiye adeta tek adam rejimine dönmüştür" şeklinde yorumlamıyor. Eleştiri bir ülkenin başbakanının elinde tuttuğu güce değil, teolojik kabuller hakkındaki yorumlara yapılıyor.

MHP de AKP de din üzerinden siyasetlerine devam ediyor. Tıpkı diğer birçok parti gibi... Bu da Türkiye'nin toplumsal yapısını gözler önüne seriyor bir bakıma. "Kim Peygamberimize laf ediyor, kim dinimizi doğru anlamış" mıdır bir ülkenin siyaset mevzularının tartışılacağı nokta? Çok yazık!