“Ben bir özgürlükçüyüm!” Son zamanların popüler liberallerinin ağzından düşmeyen bir kendini ifade biçimi bu. Aslında salt özgürlükçük, libertaryen bir özel mülkiyet ve kişisel hak fetişinden başka bir şey değildir. Ama en azından yüzeysel olarak gözüken, Türkiye’deki liberallerin özgürlükçülükten kasıtlarının, hayatın her alanında, siyasal ya da sosyal, bir özgür hareket alanı savunuculuğu olduğu. Bir başka deyişle, ünlü İngiliz teorisyen Isaiah Berlin’in tanımladığı “negatif özgürlük” anlayışına yoğunlaşmış durumdalar. Negatif anlamdaki özgürlük, bireyin kurumlar ya da başkaları tarafından gerçekleştirilebilecek dış müdaheleden ne denli özgür olduğu ile ilgilidir. Kısaca, sosyal ya da siyasal alanda ne kadar dokunulmazsak, negatif anlamda bir o kadar özgürüz demektir.
Türkiye’de, son dönemde 12 Eylül ve 28 Şubat tarihleri üzerinden tartışılan askeri vesayet ve Kemalist dikta konusu da yüzeysel olarak bu eksende tartışılıyor gibi gözükmekte. Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramını da geride bıraktığımız haftada, egemenliğin artık halkın iradesi tarafından ele geçirildiğini ve Türkiye’de bireyin git gide özgürleştiğini öne süren birçok yazı okumuştuk yine. Türkiye’de insanlar, askeri vesayetin müdahelelerinden ve yargının sistematik baskılarından kurtulduğu için, özgürleşiyor, denildi tekrar. 12 Eylül 2010 referandumu öncesi birçok liberal sol cephe de bu söylemi “yetmez ama evet” diyerek savundu. Doğrudur, müdahelenin ve baskının bitmesi özgürlüğün anlamlarından sadece biridir ve özgürlük için yeterli değildir. Ama gözden kaçırılan nokta, hükümet ve bazı liberal cepheler için bunun yeterli olduğuydu. Bu da yukarıda tanımladığım şekilde negatif özgürlük saplantısının bir sonucu değildi aslında. Nitekim, devletin ve bireyin dahi bireye müdahelesine karşı çıkılması gerekirken, sadece askeri ve Kemalist müdaheleye karşı çıkıldı. Gerçek bir özgürlük savunucusunun, hükümet eliyle hedef gösterilen, artık “mahalle baskısının” bir kurbanı haline gelmiş ateistlere, solculara ve Kürtlere yapılan baskıları da gündemine alması gerekirdi. Ama mesele hiçbir zaman bireyin özgürlüğü olmadı.
Kısaca, şimdi olan müdahelenin renginin değişmesinden başka bir şey değil. Artık müdahale halk eliyle dahi gerçekleşir bir hal aldı ve “milli irade” saplantısı sözde özgürlük savunucularının ana ekseni haline geldi. Türkiye’de, artık ateistler, solcular, Aleviler, Ermeniler ve Kürtler negatif anlamda özgürlüğünü git gide yitirmekteler. Müesses nizam’ın, Emmanuel Goldstein’ı olarak bir gün ateistler diğer bir gün Kürtler hedef gösterilir oldu, arada sırada da Fazıl Say. Ancak, bu durum Türkiye’deki liberallerin birçoğunun içinde bulunduğu tek sorun da değil.
Bir yandan da, Türkiye’deki birçok “özgürlük savunucusu” kalem, özgür olmanın sosyo-ekonomik alandaki gerekliliklerine neredeyse tamemen kulaklarını kapatmış durumdalar. Kendilerinden Marksist bir eleştiri beklemek ütopyanın ta kendisi belki. Ancak liberal eşitçilik diye tanımlanan koskoca bir literatürü hiçe saymaları da biraz manidar. İç işleri bakanının karşısında iş bulma umuduyla oynayan Erzurumlu vatandaşın, ne kadar özgür olduğunu kaç kişi sormuştur kendine? 4+4+4 eğitim reformu dahi adil eğitim kavramı üzerinden değil, 28 Şubat üzerinden tartışıldı.
Üzülerek görüyorum ki, Türkiye’nin liberali bile gerçekten liberal bir özgürlükçü refleksten çok uzakta. Burada sosyalistlere büyük bir görev düştüğü kanısındayım. Türkiye’nin daha gerçekçi, adil ve hakkaniyetli bir özgürlük tanımlaması ve tartışmasına ihtiyacı var. Zor bir hedef olduğunun farkındayım. İspanya’da, 271 gol yemiş ama bir gol dahi atamamış Margatania’nın minik takımının oyuncularından biri sürekli yenilmelerinin nedenini şöyle açıklamıştı: “Çünkü biz yeniliriz.” Türkiye’deki sosyalistlerin, siyasal tartışma eksenindeki hali de buna benziyor biraz. Ama Margatania minik takımı sonunda o çok istedikleri golü attılar, hatırlatırım.
* Resim: Émile Friant - La toussaint (1888)