27 Eylül 2012 Perşembe

Hala ve Hala "Ulusalcı" Siyaset?

Balyoz davası sonucunda gelen mahkumiyetlerin üzerine getirilen bazı yorumlar rahatsız etmiş Roni Margulies’i, ve bunun sonucunda yine kendisi gibi Burjuva Demokrasi'sinin bir kademesini diğerine tercih edenlerle uğraşmaya başlamış. Büyük ihtimalle, Türkiye’de uzun zamandır kendi ajandasını savunmayacağı olayların cereyan etmesinden mütevellit, yeri gelmişken tekrar kendisini ortaya atmak istemiştir. Ne de olsa, emek kelimesinin ne ifade ettiğini unutan bir Marksist kendisi. Ben liberalim dese de rahatlasa keşke, nitekim şu anda sol camiada Margulies gibilerin ‘hala’ ciddiye alınmasının arkasındaki tek neden kendilerini Marksist olarak tanımlamaktan vazgeçmemeleri. Bu meselenin bir yanı... Diğer sorun şu ki, birçok "Yetmez ama Evet'çi" şu aralar kendilerini sorgularken, Margulies ve DSİP'lilerin kendilerini sorgulamak bir yana yine aynı terminoloji ile siyasetlerine devam etmeleri...

Hadi diyelim, iktidar kavgasının bu ayağında yenilenlerin göz yaşlarını umursamadınız ve kendinizce bu durumla dalga geçiyorsunuz. Bunu yaparken de bitmez tükenmez hükümet savunuculuğunuz güçlü bir şekilde devam ediyor... Peki, Kürt Hareketini savunan sizlere misilleme yapmak adına; ulusalcı kitle de KCK davası sonucu cezalar yağmaya başlayınca mahkum olan insanların ve ailelerinin durumuyla "ah bu teröristler hapse girince ben nasıl uyurum" diye dalga geçerse, ne olacak? Daha dün hükümetin adaletinin kılıcını parlatırken, o gün nasıl bir cevap hazırlayacaksınız bu insanlara?

Meselenin ilk kısmına dönelim tekrar. Bakalım, 12 Eylül 2010 Anayasa Değişikliği öncesi, yapılacak değişiklikleri savunurken ne demiş Margulies?

“Bu arada AKP kendini de düşünüyormuş, bize ne? Bu kurumların zayıflaması ‘emekten yana partilerin, sendikaların, aydınların’ işine gelir mi, gelmez mi? Açık ki, gelir.”

İki sene geçti son anayasa değişikliğinin üzerinden; ne polis şiddeti haberlerinin ardı arkası geliyor, ne de temel hak ve özgürlükler ihlallerinin... İnsanlar içeri atılıyor, öğrenciler okullarından atılıyor, ana akım medya kısa devre yapmak üzere... Ama hala ve hala Margulies, AKP-Ulusalcı kavgası üzerinden siyaset yapmaktan çekinmiyor. Ulusalcı olarak tanımladıkları yazar ve aydınların, “göbeğini kaşıyan adam” tanımlamalarını siyaset arenasında yeniden üreterek, ‘aslında’ terminolojilerine sokmaları gereken ‘emek’ kavramını unutturuyorlar.
Bu yazılarla adalet mi savunuluyor bilmiyorum. Adaletten de anlaşılan sadece bir iki hakimin verdiği karar sanırım. Adil yaşam nedir unutulur olmuş. Hukuk, intikam aracı haline gelmiş, daha doğrusu o şekilde rahatlıkla kabul görmüş. Kimin adaletini savunuyorsun, doğru soru sanırım.

Margulies'in söylemlerine dair daha önce yazdığım yazıya ulaşmak için: http://diyalektikasyon.blogspot.com/2009/08/roni-marguliesin-pembe-dunyas.html
Bu arada, Margulies'in ilgili yazısına ulaşmak için: http://t.co/70LTNoBZ



2 Temmuz 2012 Pazartesi

Türkiye’deki Özgürlük Anlayışı

“Ben bir özgürlükçüyüm!” Son zamanların popüler liberallerinin ağzından düşmeyen bir kendini ifade biçimi bu. Aslında salt özgürlükçük, libertaryen bir özel mülkiyet ve kişisel hak fetişinden başka bir şey değildir. Ama en azından yüzeysel olarak gözüken, Türkiye’deki liberallerin özgürlükçülükten kasıtlarının, hayatın her alanında, siyasal ya da sosyal, bir özgür hareket alanı savunuculuğu olduğu. Bir başka deyişle, ünlü İngiliz teorisyen Isaiah Berlin’in tanımladığı “negatif özgürlük” anlayışına yoğunlaşmış durumdalar. Negatif anlamdaki özgürlük, bireyin kurumlar ya da başkaları tarafından gerçekleştirilebilecek dış müdaheleden ne denli özgür olduğu ile ilgilidir. Kısaca, sosyal ya da siyasal alanda ne kadar dokunulmazsak, negatif anlamda bir o kadar özgürüz demektir.

Türkiye’de, son dönemde 12 Eylül ve 28 Şubat tarihleri üzerinden tartışılan askeri vesayet ve Kemalist dikta konusu da yüzeysel olarak bu eksende tartışılıyor gibi gözükmekte. Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramını da geride bıraktığımız haftada, egemenliğin artık halkın iradesi tarafından ele geçirildiğini  ve Türkiye’de bireyin git gide özgürleştiğini öne süren birçok yazı okumuştuk yine. Türkiye’de insanlar, askeri vesayetin müdahelelerinden ve yargının sistematik baskılarından kurtulduğu için, özgürleşiyor, denildi tekrar. 12 Eylül 2010 referandumu öncesi birçok liberal sol cephe de bu söylemi “yetmez ama evet” diyerek savundu. Doğrudur, müdahelenin ve baskının bitmesi özgürlüğün anlamlarından sadece biridir ve özgürlük için yeterli değildir. Ama gözden kaçırılan nokta, hükümet ve bazı liberal cepheler için bunun yeterli olduğuydu. Bu da yukarıda tanımladığım şekilde negatif özgürlük saplantısının bir sonucu değildi aslında. Nitekim, devletin ve bireyin dahi bireye müdahelesine karşı çıkılması gerekirken, sadece askeri ve Kemalist müdaheleye karşı çıkıldı. Gerçek bir özgürlük savunucusunun, hükümet eliyle hedef gösterilen,  artık “mahalle baskısının” bir kurbanı haline gelmiş ateistlere, solculara ve Kürtlere yapılan baskıları da gündemine alması gerekirdi. Ama mesele hiçbir zaman bireyin özgürlüğü olmadı.

Kısaca, şimdi olan müdahelenin renginin değişmesinden başka bir şey değil. Artık müdahale halk eliyle dahi gerçekleşir bir hal aldı ve “milli irade” saplantısı sözde özgürlük savunucularının ana ekseni haline geldi. Türkiye’de, artık ateistler, solcular, Aleviler, Ermeniler ve Kürtler negatif anlamda özgürlüğünü git gide yitirmekteler. Müesses nizam’ın, Emmanuel Goldstein’ı olarak bir gün ateistler diğer bir gün Kürtler hedef gösterilir oldu, arada sırada da Fazıl Say. Ancak, bu durum Türkiye’deki liberallerin birçoğunun içinde bulunduğu tek sorun da değil.

Bir yandan da, Türkiye’deki birçok “özgürlük savunucusu” kalem, özgür olmanın sosyo-ekonomik alandaki gerekliliklerine neredeyse tamemen kulaklarını kapatmış durumdalar. Kendilerinden Marksist bir eleştiri beklemek ütopyanın ta kendisi belki. Ancak liberal eşitçilik diye tanımlanan koskoca bir literatürü hiçe saymaları da biraz manidar. İç işleri bakanının karşısında iş bulma umuduyla oynayan Erzurumlu vatandaşın, ne kadar özgür olduğunu kaç kişi sormuştur kendine? 4+4+4 eğitim reformu dahi adil eğitim kavramı üzerinden değil, 28 Şubat üzerinden tartışıldı.

Üzülerek görüyorum ki, Türkiye’nin liberali bile gerçekten liberal bir özgürlükçü refleksten çok uzakta. Burada sosyalistlere büyük bir görev düştüğü kanısındayım. Türkiye’nin daha gerçekçi, adil ve hakkaniyetli bir özgürlük tanımlaması ve tartışmasına ihtiyacı var. Zor bir hedef olduğunun farkındayım. İspanya’da, 271 gol yemiş ama bir gol dahi atamamış Margatania’nın minik takımının oyuncularından biri sürekli yenilmelerinin nedenini şöyle açıklamıştı: “Çünkü biz yeniliriz.” Türkiye’deki sosyalistlerin, siyasal tartışma eksenindeki hali de buna benziyor biraz. Ama Margatania minik takımı sonunda o çok istedikleri golü attılar, hatırlatırım.

* Resim: Émile Friant - La toussaint (1888)

29 Haziran 2012 Cuma

Gündemi Belirlemek!

Geçtiğimiz hafta gördüğüm bir konferans daveti bana yine bir şeyi hatırlattı. Konferansın konu başlıkları arasında kürtaj, Suriye meselesi ve Robotski Katliamı vardı. Bu yine gösterdi ki, Türkiye'de gündem özellikle son 5 yıldır sürekli hükümet kanalları ile belirlenmekte. Türkiye'de belli bir ajandası olan kurum ve kuruluşlar dahi hükümetin ortaya attığı soru ve sorunlar üzerinden siyaset yürütür oldu. Emek siyaseti yürüten bir sol örgüt, kadın haklarını savunan bir sivil toplum kuruluşu ya da diğerleri... Hükümetin çizdiği tartışma çerçevesi herkes tarafından benimsenir, ve tartışmanın dili bile siyasi erk tarafından kurgulanır oldu.

Burada karşı çıktığım nokta, bir sol örgütün kürtajı, feministlerin Robotski'yi tartışması değil. Zaten olması gereken de bu, nitekim her örgüt ya da kurumun kendi imkanları yettiği sürece kendi teorik perspektifini farklı alanlara kanalize etmesi bir gereklilik. Sonuçta hayatımız belli parçalara bölünmüş olsa da, özellikle siyasi tartışmalarda hayat bir bütünlük teşkil ediyor.

Rahatsız olduğum konu, tarafların hükümetin kurguladığı bu tek kale maçta oradan oraya savrulması. Siyasi gündem git gide tek elden çıkar hale gelmekte ve hiçbir siyasi örgüt kendi gündemine sadık kalma şansını bile elde edememekte bu aralar. Bu özellikle sol örgütlerin içinde bulunduğu bir çıkmaz. Emek siyaseti zaten aktif siyasi bir güç olarak bu ülkeyi terk edeli çok oldu. Ama söylem bazında bile artık birkaç kanal dışında karşımıza dahi çıkmıyor, çıkamıyor.

LGBQT ve feminist yapılanmalar ise, kürtaj konusunda ancak hükümet bir gündem yaratınca bu tartışmalarda görünür oldular. Bu örgütlenmelerin kürtaj konusunda daha önce yayınlar yapmadığını ve tartışmalar açmadığını söyleyemem, ama maalesef enformasyonel bağlamda kamudaki görünürlükleri ancak ve ancak hükümetin çizdiği çerçevedeki tartışmalarla ortaya çıkıyor.

Suç kimde? Bunu belirlemek güç. Bunda bu yapay gündeme angaje olma çabasında olan insanların da bir payı var muhakkak, ama bunda özellikle git gide hükümetin söylemlerini yalın ve yorumsuz bir şekilde aktaran Medya'nın payı büyük. Kendi siyasetinizi yürütme şansınız sadece kendi yayın organlarınızla mümkün değil. Bilgi çok hızlı yayılan ve aynı derecede çabukça unutulan bir kavram halini alıyor git gide. Günlük ve Ana Akım Medya'daki görünürlüğünüzün önemi büyük. Ancak yukarıda da belirttiğim gibi hükümet özellikle yazılı ve görsel basın eliyle tartışmalara her daim bir adım önde başlıyor. Bir yandan da, siyasi olarak bir derece güçlü CHP gibi yapılanmaların dahi hükümet gündemine angaje olmaları, sanırım kendi basiretsizliklerini gösteriyor.

Ne yapmalı? Sanırım bu en son noktada bir mübadele meselesi haline geliyor. Siyasi örgütler ve sivil toplum kuruluşları ya kendi gündemini oluşturma yolunda bu tartışmalara angaje olmayacaklar ve Ana Akım Medya alanını tamamen hükümete bırakacaklar ve Yeni Medya araçlarını kullanmayı düstur edinecekler. Ya da, belli başlı siyasalarda tek bir güç olarak söylemi kendileri kontrol etmeye çalışacaklar. İkincisi yani cohabitation Türkiye'de pek rastladığımız bir şey değil, ilkinin ise çok ciddi sonuçları olabileceği gibi, bir yandan da hükümetin agresifleşmesine de sebep olabilir, ama hükümetin Yeni Medya'yı henüz tam anlamıyla kontrol altına almamış olduğunu hatırlatmak isterim. 

Ama burada bir reçete yazmak değil amacım, sadece uyarmak. Örneğin, önümüzde bir yeni anayasa tartışması gündemi var. Hükümet bu tartışmayı yönlendirmeye başlamadan, bazıları bu konuda kendi gündemlerini ortaya koymaya başlamalı. Bir kere de gündem hükümet tarafından belirlenmez belki de. Neden olmasın?

27 Haziran 2012 Çarşamba

NTVMSNBC nereye gidiyor?

Ana akım medyada takip ettiğim tek online haber sitesi NTVMSNBC'nin özellikle son aylardaki kalitesiz üretimi beni ciddi anlamda rahatsız etmeye başladı. Son yıllardaki "tık fetişi"nden nasibini alsa da, hem formatı hem de haber seçimi üzerinden yine de belli bir kaliteyi sürdürmeyi başarabilen NTVMSNBC'nin son zamanlarda imza attığı yanlışlar saymakla bitmiyor. 

Öncelikle Şubat 2012 tarihli 'Paul Auster'ı Orhan Pamuk çağıracak' haberinde, seçtikleri resimde Arthur Miller ile Harold Pinter'ı karıştırmışlar, "Arthur Miller (ortadaki)" diye not düştükleri resim altı yazısını uyarım neticesinde değiştirmişlerdi. http://www.ntvmsnbc.com/id/25319487

Bundan birkaç ay önce de, ünlü akademisyen Dan Ariely'nin Facebook ile bir yorumunu bağlamından tamamen koparıp, değer kaybeden Facebook hisseleri ile ilgili bir haberde kullanmışlar, bu da yetmiyormuş gibi Dan Ariely'nin ismini yanlış yayımlamışlardı. Yine de bu tip şeyler olabilir diye müsamaha gösterilebilir.

Ama bugün çıkarttıkları haberdeki yanlışlarının arkasında maalesef bir "milliyetçi reflekslere hitap eden" bir art niyet olduğu kanısındayım. Merkel'in, Mesut Özil'i övdüğünü ve çok beğendiğini ifade eden "resimli haber"de (ki, bu seviyesiz resimli haber uygulamasını başlatan Hurriyet.com.tr'yi tebrik etmek gerek) Merkel'in, Almanya'nın Türkiye'yi 3-2 mağlup ettiği EURO 2008 şampiyonası maçı sonrası, Mesut Özil'i soyunma odasında tebrik ettiği iddia edilmekte. http://fotogaleri.ntvmsnbc.com/merkel-bana-futbilu-mesut-sevdirdi.html?position=3 *

Kendilerinin bilmediği, ya da bilip de bilerek gözden kaçırdıkları gerçek ise, Mesut Özil'in, Almanya'nın EURO 2008 kadrosunda bile olmadığı.