23 Temmuz 2009 Perşembe

Haddini Bileceksin!

Başbakan geçenlerde, yazılı ve görsel basını kastederek "gerçekleri göreceksin, haddini bileceksin" dedi. Aynı toplantıda, ekonominin "iyi gidişatından" bahsetti, muhalefetin muhalefet yapamamasından dem vurdu ve son olarak da aileleri uyardı: "Kızlarınıza dikkat edin, yoksa ya davulcuya ya da zurnacıya varırlar." Baterist arkadaşları ikinci sınıf vatandaş olarak tanımlayan bu söylemi kınıyorum.

Başbakan'ın burada Münevver Karabulut cinayetini kastettiği açık. Celalettin Cerrah'dan sonra Erdoğan'ın da benzer bir şekilde, cinayetin çözülememesini rasyonalize eden bu sözleri üzerine pek bir yorum okuyamadım, ana akım yazılı ve görsel basında. Gerçekten de basın haddini bilmiş gibi görünüyor. Başbakan'ın salvoları karşısında ana akım medyamız sus pus konumda.

Erdoğan, kendi iktidarlarında memur maaşlarının artışından bahsederken, kimse 2002'den beri ekmeğin fiyatının artış oranının, memur maaşının artış oranı ile benzer olduğundan bahsetmiyor.

Türkiye ekonomisi, Arap sermayesi ve sıcak kara paranın merkezi olma yolunda ilerlerken; kısa vadede duraklayan ekonomi ile gövde gösterisi yapan iktidarın kendisi bile, uzun vadede neler yaşanacağını kestiremiyor ve yeni kaynak arayışı içerisinde devletin okullarını dahi satmaya başlıyor.

Yola devam Türkiye...

13 Temmuz 2009 Pazartesi

Ocağı açık unutulmuşlar...

Henüz bir gün önce gericilikten bahsederken, geçtiğimiz akşam Alperen Ocakları'ndan bir grup, içeride şarap içiliyor diyerek Topkapı Sarayı'ndaki İdil Biret konserini basmaya çalışmış. Tabi ben basmaya çalıştılar diyorum, ancak Büyük Birlik Partisi Genel Sekreteri Mustafa Destici, grubun "Saray'da 'şarabını da kap gel' tarzı bir şey duyunca demokratik gösteri haklarını kullandığını" belirtmiş. "Bir kavramın içi nasıl boşaltılabilir" dersi alınmalı Sekreter'den... Demokratik gösteri'de, Saray'a girilmeye çalışılmış, ki merak ediyorum neler olacaktı, ve girilemeyince de çevredeki İdil Biret posterleri yakılmış. Demokrasi başka bir şey valla...

Şarap içiliyor diye, kutsal emanetlere saygısızlık yapıldığını düşünerek bunu gerçekleştirmişler. Peki kimse anlatmadı bu arkadaşlara, 500 senedir zaten o Saray'ın içinde şarap içiliyor diye... Daha önce de Ayasofya'da namaz kılma gösterisi yapmışlardı bu "saygı polisleri"...

Bunların dışında dikkatimi başka bir şey daha çekti. Evet daha ne çekebilir dikkatini, tüm bunların üstüne diye sorabilirsiniz, haklısınız. Ama elinde turkuaz bir bayrak tutan birisini gördüm sözde demokratik protestocular arasında.


Doğu Türkistan'a destek veriyorlar kendilerince. E içeride Çinliler yok ki?

p.s: İdil Biret'e sevgiler...

12 Temmuz 2009 Pazar

Kapatılmışlık...


Persepolis'i izledim geçenlerde. Yaz ayları başka türlü geçmiyor, kendimi yedinci sanata verdim.

İzlerken zaman zaman güldüğüm, zaman zaman üzüldüğüm, ama en çok da sinirlendiğim bir otobiyografi Persepolis. Aynı zamanda daha önce niye izlemedim diye kendime de kızdım. Neyse, film İran İslam "Devrim"i'nin öncesini ve sonrasını küçük-genç bir kızın gözünden izletiyor bize. Tabi bu kızın "Devrim" sonrası kısa bir yurt dışı macerası da oluyor, ama filmin içeriğine girmeyeceğim. Ama izlerken gericiliğin en ekstrem hallerinin yaşandığı sahnelerde sinir katsayımın çok üst seviyelere çıktığını söyleyebilirim. Aklıma hemen küçükken izlediğin Not Without My Daughter geldi...

İnternetten hemen indirdim Not Without My Daughter'ı, ve uzun zaman sonra tekrar izledim. Klasik bir Amerikan propaganda filmi olduğunu anladım bu sefer, ama yaşananların gerçekliğini değiştirmiyor maalesef.

Filmde İranlı "Devrim" yanlısı bir erkeğin kadınların başını kapatması ile ilgili sözleri dikkatimi çekti: - "Şah başörtüsünü yasakladığında kadınlar sokaklara çıkıp gösteri yaptılar, onlar için özgürlük bu."

Sonra Persepolis'deki ana karakter olan Marjan'ın büyükannesinin sözleri çınladı kulağımda: - "Çıkart şu başındakini, beni klostrofobik yapacaksın."

Bir ideoloji ve getirdikleri daha iyi tarif edilemezdi. Düşüncenin, aklın, düşünmenin ve her şeyden çok da tüm bunların değerinin farkında olmak varken, diğer yanda kapatılmışlık, karanlık ve sınırlar...


11 Temmuz 2009 Cumartesi

Tanımak lazım...

Bugün 1982 yapımı Gandhi adlı filmi izledim. Filmin ne hakkında olduğunu tahmin edebilirsiniz. İzlememişseniz izlemenizi tavsiye ederim, ama listenizde ilk sıraya koymanıza da gerek yok. Gandhi ve Hindistan'ın dekolonizasyonu hakkında pek bir bilgim olmadığı için, filmin anlatısı hakkında bir eleştiri de getirmeyeceğim. Ama Gandhi'nin Hindistan'a döndükten sonra, Hindistan'ı tanımak için ülkenin dört bir yanını gezip, fikirlerini ve söylemlerini bu şekilde oluşturması dikkatimi çekti. Aklıma hemen Che Guevara'nın Motorsiklet Günlükleri geldi. Tanımak lazım dedim kendi kendime...

Siyaset ya da günlük hayat hakkında birkaç şey konuşurken bile, aslında hiç görmediğimiz topraklar hakkında atıp tutarız bazen. Türkiye gibi bir ülkede de, aslında hiç görmediğiniz Doğu şehirleri ve Batı kırsalı hakkında birçoğunuz gibi ben de bazı yargılara sahibim. Genellikle bu gibi tartışmalarda da doğru ya da yanlış birkaç kavram kullanılır: Toprak reformu, tarım, eğitim, cahillik, tembel köylüler, bir başörtüsü tipi olarak köylü kadını kafası, mahalle baskısı vb...

Ama görmek lazım diyorum, gitmek gerek... İnsanların ne şartlarda, nasıl yaşadığına ve bu yaşadıklarını nasıl algıladıklarına, hangi dünya görüşüne sahip olduklarına, farklı parti belediyelerinin hayatlarını nasıl etkilediğine, temel sorunlarının ne olduğuna, etraflarında olup bitenlerin ne kadarından haberleri olduğuna bakılmalı... Bakılıyordur da... Her yıl birçok saha araştırması yayınlanıyor. Ancak bunların sadece metodolojik değil, aynı zamanda ideolojik arka planına da kuşkuyla bakıyorum. Nitekim bu gibi araştırmalar, arkalarında güçlü bir finansal desteğe ihtiyaç duyarlar. Dediğim gibi; görmek lazım!

8 Temmuz 2009 Çarşamba

Sevişme Sivilleş...

Bir yaygaradır kopuyor... Sivilleşiyoruz, askeri bürokrasiyi yıkıyoruz vs vs... Ama anlamadığım bir şey var ve daha önceki yazdığım bazı yazıların tersine sarkastik bir tutum da benimsemeyeceğim, aldanmayın. Tamamen teorik bir tartışma bu...

Liberal tezlerde, sivil toplum ve devlet iki ayrı parça olarak algılanırken - ki burada devletten kasıt askeriyle, hükümetiyle, polisiyle, yargısıyla, tüm bürokrasisiyle devlet aygıtıdır - nedense yönetici erk olan hükümetin ve yargının o ülkenin askeri kanadına olan hakimiyetinin artması sivilleşme olarak lanse ediliyor. Derin devlet o kadar da derin değil derim hep, demek sivil toplum da pek sivil değilmiş. Ya da burada bir kavram kargaşası mevcut.

Kelimenin -sıfatın- kökenine bakarsak Latince civilis sözcüğünden geldiğini görürüz. Civilis'in konumuzla ilgili iki temel anlamı mevcut. Birincisi "vatandaş ya da 'uygun' vatandaşlar için kullanılan sıfat" olarak tanımlanabilir. İkincisi ise "kamusal ve siyasal olana uygun düşen sıfat" olarak gözüküyor. Cinlik yapmaya gerek yok, ikinci mananın daha ilgili olduğu söylenilebilir. Civilis'in de City ile ilişkisi gözden kaçmıyor. Aynı Politics gibi... Denilebilir ki, burada temel olarak siyasal vurgusu mevcut.

Konuyu bağlamadan önce, son olarak Atina Demokrasi'sinde askeriyenin rolüne bakmak istiyorum. Bu konuda pek bir bilgim yok, söyleyeceklerim sorgulanmalıdır. Ama temel olarak; askeriyenin birkaç binlik bir halk grubu tarafından seçildiği söylenilebilir. Buradaki halk grubu yasama değildir, nitekim yasamayı da, yürütmeyi de, askeriyeyi de, yargıyı da - buralardaki ofis sahiplerini - bu grup belirler. Zaten bu yüzdendir ki direkt demokrasi olarak tanımlanır.

Tüm tartışmayı buraya getirmemin nedeni, Atina'da, politikanın yaşamın bir parçası olduğunu gösterme isteğimdi. Bu yüzdendir ki siyasal olmayan bir yapı, hatta ilişkiden söz edemeyiz. Ancak ben bu yapıyı, günümüz "bireysel olan politiktir" mottosundan çok farklı görmekteyim. Nitekim "bireysel olan politiktir", bireyin sadece devlet ve aygıtları ile olan ilişkisinde değil, toplumla, dinle, yasalarla, aile içinde, arkadaşlarıyla ve hatta kendine karşı olan hiyerarşik güç ilişkisine -yani politik olana- atıfla kurulmuş bir sözdür bana göre. Ancak Atina'da yaşanan ise siyasi sahnenin herkese açık ve her aygıta uzanan bir yapıda olmasıdır. Bu yüzdendir ki civilus hem kamusal hem siyasaldır. Devletin tüm kurumları da hem kamusal hem de siyasaldır. Bu (Atina), toplumsal ilişkilere içkin olan siyasal ilişkiden farklı olarak - ki bunu mutlak ki her türlü toplumda gözlemleyebiliriz, kökenine dair tartışmalar olsa da - kurulmuş-yapısal bir durumdur.

O zaman önümüzde iki yol var. Ya bugünün temsili demokrasi örneğinin içinde, direkt demokrasiye atıfla, tüm yapıyı siyasal olarak tanımlayacağız ve bu yaşananı siyasallaşma-sivilleşme olarak göreceğiz - Nitekim, artık Türkiye örneğinde, askeriye de sivil-siyasalın direkt etki alanına girmiş bulunmaktadır -. Ya da temsili demokrasinin sivil toplum tanımına uyup, bu yapılanı sadece bir siyallaşma niyeti olarak yorumlayacağız. Bir üçüncü yol mu? E "bireysel olaran politiktir" zaten diyebilirsiniz... Ama çok düzlemlilikten korktuğumu belirtmeliyim. Nitekim, politik gücün algılanış itibariyle farklı düzlemlere bölünmesi, bu gücü doğuran temel ilişki ağını yaşatmaya devam edecek gibi gözüküyor.

2 Temmuz 2009 Perşembe

Bugün 2 Temmuz

Bugün 2 Temmuz... 16 yıl önce sadece insanların değil insanlığın öldüğü günlerden biri daha... Yaşananlar bazılarının iddia ettiği gibi münferit olmaktan çok uzaktı. "Ne yapayım, yetkim yoktu" diyenlere de kızgın buluyoruz kendimiz hala... Ama bu bizim de suçumuz; insan olarak değil belki ama insanlık olarak...


Bakalım yetkililer neler demiş o zamanlar:

Cumhurbaşkanı Demirel: "Olay münferittir. Ağır tahrik var. Bu tahrik sonucu halk galeyana gelmiş..."

Başbakan Çiller: "Çok şükür, otel dışındaki halkımız bir zarar görmemiştir."

Başbakan Yardımcısı İnönü: "Ne yapayım, yetkim yoktu."

İçişleri Bakanı Gazioğlu: "Aziz Nesin'in halkın inançlarına karşı bilinen tahrikleriyle halk galeyana gelerek tepki göstermiştir."

Çok şey söylemek, yazmak geliyor içimden. Tüm nefretimi kusamayacağımı bildiğimden, hiç yeltenmiyorum bile. Ama bunlara karşı ne yazılabilir ki zaten? Ne anlatılabilir ki? Tüm bunlara rağmen anlayamayana da ne söylenebilir ki? Yine de yaşamak görevdir yangın yerinde, yaşamak insan kalarak...