12 Ağustos 2010 Perşembe

Acizlik!

Terör, ulus devlet, siyasal ayrılma, federasyon, milli kimlik oluşturma politikaları vb. birçok kavramı Kürt Sorunu kapsamında düşünebilir, Dünya'daki benzerleri çerçevesinde karşılaştırmalara sokabilir, ve tarihsel, kurumsal, siyasal ve felsefi boyutlarda bu tartışmayı yürütebiliriz. Ancak tüm bunları, ve benimsediğimiz ideolojik pozisyonun getirdiklerini bir kenara bırakıp sizi bir siyasal iktidar peşinde siyasal acizliği yaşama hikayesine davet etmek istiyorum.

Başbakan Erdoğan, yine anayasa değişim paketini meşrulaştırma misyonunu, Cumhuriyet Halk Partisi'nin tarihine yüklenerek gerçekleştirirken şunları söylemiş:

''Ama bakın siz, onlara, CHP'nin mensuplarına şunu söyleyin. Dersim'i, Tunceli'yi uçaklar bombalarken bu ülkenin başında kim vardı, onu sorun. Ah kardeşlerim ah. Bu CHP'nin bu ülkede insanlık adına, demokrasi adına, hayır adına, özgürlükler adına, bu ülkenin çıkarları adına dikili bir şeyi yoktur. Bunu söylüyorum.''
 Kaynak: ntvmsnbc.com

Aynı Başbakan 13 Temmuz 2010'da ise şu sözleri kaydetmişti:
"BDP'yi aziz milletime havale ediyorum ... Onun desteğinin nereden geldiğini benim aziz milletim çok iyi biliyor. Neyin avukatlığına, şu çatı altında soyunduğunu gayet iyi görüyoruz, biliyoruz. Yaptıkları konuşmalarda, yaptıkları açıklamalarda bunu görüyoruz. Terör örgütünün bir temsilcisi olarak neleri yaptığını yaptığını bizzat görüyoruz"
 Kaynak: kurultay.net 

Rejim dönüşümü yaşamamış bir ülkede yaşıyoruz. Başka bir ifade ile, bu tip sorunlara devlet adamlarının bakışını bir Güney Afrika, ya da Macaristan'daki benzerleri gibi tartışamayız. 

Tüm bunların ötesinde, bu ülkenin Başbakanının, bugün teröre-ulus devlete savaş açmaya-isyana-kendi kaderini tayin etmeye-özerklik talebine (yukarıda bahsettiğim gibi ne derseniz deyin) karşı aldığı pozisyon aslında 70 yıl önceki Dersim İsyanı'na karşı alınan tavırdan farksız. Ancak aynı Başbakan sırf CHP'ye yüklenmek adına bir bakıma şu anda kendi yürüttüğü politikaya karşı çıkıyor. Bu ülkenin Başbakanı, Kürt Sorunu konusunda hala senelerdir süre gelen devlet tezlerinin çoğunu benimsemişken, kendi devletinin zamanında yaptıklarını eleştiriyor. Herhalde, popülizmden sonra en düşük siyaset biçimi de bu olsa gerek. Ah unutmadan, bir de şu var tabi!

"Erdoğan, milletin şehit cenazelerini istismar ederek siyaset yapanları gördüğünü ve bu istismarcılara cevabı demokratik yollardan vereceğini ifade etti."
 Kaynak: kurultay.net

"Başbakan Erdoğan: Terör örgütünün bu kanlı saldırıları esasen bir 'hayır' kampanyasıdır."
 Kaynak: beyazgazete.com

30 Temmuz 2010 Cuma

Pozitif Ayrımcılık Gelince Kızlar Teklif Edecekmiş!

"Pozitif ayrımcılığı öngören bu anayasa maddesine göre işe giren kadının toplumsal hayata katacağı artı değer, kazandığı parayla daha çok kredi kartına dayalı harcamalar yapması, marka elbiseler alıp giymesi, daha çok kozmetik kullanması, daha lüks otellerde tatile çıkması olacaktır ... Bunun evin huzuru, ailenin devamı, çocukların bakımı, terbiyesi, eğitimi ve yetişmesiyle ilgili boyutlarının ne hale geleceğini düşünelim. Dahası kocası eşinden ev hanımlığı-annelik-kadınlık görevlerini yerine getirmesini isteyecek olsa, bu kadının iki yükümlülük üstlenmesi anlamına gelecektir. Sabahtan akşama kadar firmada çalışacak; akşam da eve gelir gelmez yatıncaya kadar evinin işlerini (yemek, çamaşır, evin toparlanması, çocuklar vs. işleri) de yürütecektir."*


Bu satırlar, "evet"çi Zaman Gazetesi'nin yazarlarından Ali Bulaç'ın başka bir medya organında yazdığı bir yazıdan alındı. Kadın ekonomik özgürlüğe sahip olursa, çocuklar sapıtacak, artık kızlar teklif edecek, çekirdek aileye balyoz inecek, din elden gidecekmiş sanırım.

Anlayamadığım bir mantıkla, dört çocuklu bir erkek ile kocası çalışan bir orta sınıf kadının, ki kendilerine göre laik-chpli kokoş olmalı bu, aynı işe başvurduklarında yeni anayasal değişikliğe göre, kadının işe alınmasının zorunlu olacağını söylemiş.

Pozitif ayrımcılık hakkında yapılan bu ucuz tartışma bir yana kadının özgürleşmesinden bu kadar korkulması gerçekten tüyler ürpertici olmaya başladı. Ağa babası kadın-erkek eşitliğine inanmaz, yavrucukları da çıkıp kadını nasıl daha fazla zapturapt altına alırızın hesaplarını yapar. Bundan daha açık bir şekilde dini siyasete alet etmek mümkün değildir herhalde, gerçi bu ülke neler gördü, olur o da olur. 

Ancak, kadının rolüne dair yapılan bu yorumlar da mide bulandırıcı olmaya başladı. Kadın, "marka elbiseler giyer, kozmetiğe çok para yatırır, çocuğa bakmak, yemek pişirmek de görevidir" ya, vurun kahpeye!

23 Nisan 2010 Cuma

Demokrasi Anlayışı

23 Nisan nedeniyle Başbakanlık koltuğu teslim töreninde, Başbakan ve koltuğu devralan çocuk arasında geçen konuşma:

Çocuk: Ben.. Konuşmaya başlayabilir miyim?
Başbakan: Tabi artık orasını bilemem. Başbakan sensin ister asar, ister kesersin.

10 Şubat 2010 Çarşamba

Yalanlama Kültürü

Deniz Baykal, Jacques Chirac'ın, Başbakan Erdoğan'ın Fransa ziyaretinde eşini beraberinde getirmemesini 'diplomatik' bir üslupla rica ettiğini iddia etti. Mehmet Ali Birand da Emine Erdoğan'ın bu geziye katılımının Türk bürokratların durumu sakıncalı bulduğundan dolayı gerçekleşemediğini ifade etti.

Bugün Başbakanlık bir yalanlama yayınladı. Sert bir dil kullanılan yalanlamada Emine Erdoğan'ın 19 Temmuz'da Fransa ziyaretinde bulunduğu belirtildi. 19 Temmuz gezisinin tarihi 2004, yani Chirac'ın görevde olduğu zamana denk gelmekteydi. Başbakanlık, daha sonra 19 Temmuz 2004'de gerçekleştiğini belirttiği Emine Erdoğan'ın ziyaret grubuna katıldığı iddiasını şu sözlerle 'değiştirdi':

''Bugün CHP Genel Başkanı Sayın Deniz Baykal'ın iddialarına ilişkin yapılan açıklamada bir tarih hatası olmuştur. Sayın Başbakan ve Sayın Emine Erdoğan 19 Temmuz 2004 değil, 12 Temmuz 2008 tarihinde Fransa'yı birlikte ziyaret etmişlerdir. Ziyaret tarihine ilişkin bu düzeltme dışında açıklama aynen geçerlidir.''

Ancak biliniyor ki, 2007'den itibaren Sarkozy Fransa Cumhurbaşkanlığı görevinde bulunuyor. Yani Baykal'ın iddiasını yalanlamak bir yana, bu yanlış 'yalanlama' nedeniyle destekler nitelikte bir açıklama ile karşı karşıyayız. Bir bakıma Başbakanlık yaptığı yanlış yalanlama nedeniyle, Chirac'ın görev başında bulunduğu tarihteki ziyarete Emine Erdoğan'ın katılmadığını doğrulamış oldu. Zaten Baykal da Sarkozy dönemindeki ziyaretten değil, Chirac dönemindeki ziyaretten bahsetmekteydi.

Ziyaretin Chirac'ın ricasıyla ya da Türk bürokratların sakıncalı görmesiyle gerçekleşememesi tabloyu değiştirmiyor. Nitekim ziyaretin bürokratlar tarafından sakıncalı görülme nedeni de çok büyük bir ihtimalle Fransa Cumhurbaşkanlığının tutumudur.

Bu olayın Erdoğan tarafından dile getirilmemesi, Türkiye Başbakanı'nın düştüğü durum, yurtiçindeki sözde 'ayrımcılıklara' verilen tepki ile bu olayın karşılaştırılması vb. birçok şekilde bu konu tartışılabilir. Ancak Başbakanlık'ın düştüğü aciz durumla bu konuyu kapatmak istiyorum. Gerçi ülkenin acziyeti hakkında daha başka bir olayın gözler önüne serilmesine gerek yoktu.

3 Şubat 2010 Çarşamba

Tartışma Ekseni: TEKEL İşçileri ve Peygamber Kavgası

Bir ülkenin sadece siyasal alanına değil toplumsal yapılanmasına dair gerçekleri bazı tartışmaların hangi eksende döndüğünden anlayabilirsiniz. Tartışmaların hangi taraflara çekildiğine ve eleştirilerin nereden seslendiğine dikkat etmek gerek.

Emekçilerin durumu buna en iyi örnektir. Bu durum sadece bu ülkenin gerçeği değildir; ancak TEKEL işçilerinin direnişlerine verilen cevapların ehemmiyeti, yönetici kadronun kendi gücünün devamına olan güvenini göstermektedir. Bunun da nedeni, maalesef ki aynı kafada olan ve bu zihniyetin devamını sağlayan milyonlardır.

Çalışma Bakanı Ömer Dinçer'in TEKEL işçilerinin direnişi hakkındaki sözlerine bakalım:

"Bunlar özelleştirilince aslında işsiz kalacaklardı, biz onları 4c'ye sokuyoruz. Bunu da yapmasak işsiz kalacaklar. Bir de ekonomik kriz var. Bunlarin 4c'de alacağı ücrete çalışmaya hevesli dışarıda bir sürü işsiz var."

Bu sözle yapılmış olan birçok şey var:
1) İstihdam olarak sunulan özelleştirmenin getirdiği işçi çıkartmaların meşrulaştırılması.
2) Yeri geldiğinde inkar edilen ekonomik krizin kullanılması.
3) "Bir sürü aç insan var, buldular da bunuyorlar" söylemi ile işçi hakları mevzusunun inkar edilmesi.

Dışarıdaki o binlerce işsiz insanın da onlarla aynı duruma düşmemesi için uğraşmaktadır TEKEL işçileri. Ancak beni en çok korkutan, yukarıda söylenenlerin açık açık söylenebiliyor oluşudur.

Dün ise bir başka tartışma, hatta çatışma gerçekleşti Meclis'de. MHP'li Osman Durmuş, bir AKP il başkanının Başbakan Erdoğan hakkında söylediği "o adeta bizim için ikinci bir peygamberdir" sözlerini, sarkastik bir şekilde kullanarak; "nasıl olur da peygamber gibi görülen birinin eşini GATA'ya sokmazsınız" dedi.

Bu sözleri, salona geç gelmesinden dolayı yarım yamalak dinlemiş olan Başbakan da çıkıp, peygamber yakıştırmasının MHP tarafından geldiğini sanarak ve olayı eşi-başörtüsü ekseninde algılayarak; "siz Peygamberimizin son peygamber olduğunu bilmiyor musunuz, ayrıca siz nasıl benim eşime laf edersiniz, GATA'dakileri tenkit edeceğinize eşime laf ediyorsunuz" dedi.

Daha sonra bu sözlerin neden söylenildiğini anlayıp, "internetten her okuduğumuza inanmamız gerektiğini" belirtti.

Bugün de, MHP'li Oktay Vural, AKP'li İl Başkanı'nın ses kaydını kanıt olarak dinletti. İlgili şahsın Erdoğan'ın talimatı ile görevden alınacağı konuşuluyor. Oktay Vural da, "sen kendini nasıl Peygamberimiz yerine koyarsın, biz senden 'haşa böyle yakıştırmalar çok yakışıksız' demeni beklerdik" diyerek seslendi Erdoğan'a.

Tüm bu olayların sırası ve doğru aktarılışı önemli.

Öncelikle Osman Durmuş, 'nasıl olur da bir Başbakan, peygamber gibi görülüyor' diyerek eleştirisini yapacağına, olayı başka bir boyuta taşıdığı için tartışma çok başka yerlere gitti. Erdoğan da bunu karısına hakaret edildiği şeklinde yorumlayınca, tartışma orada klasik Türk 'anama-bacıma-zevceme sövdü' muhabettinde döndü. Yumruklar atıldı, gözlükler kırıldı.

Bugün olayın aslı anlaşılmasına rağmen, tartışma hala 'nasıl olur da Peygamber gibi görülüyor, son peygamber Peygamberimizdir' ekseninde dönüyor.

Bir kişi de çıkıp, olayı "Erdoğan'ın, kendi saflarından Peygamber kadar sözü dinlenecek, biat edilecek biri olarak görülmesi demokrasi açısından çok üzücüdür. Bu tam anlamıyla hem parti içi hem yürütme açısından cemaat kültürünün göstergesidir. Türkiye adeta tek adam rejimine dönmüştür" şeklinde yorumlamıyor. Eleştiri bir ülkenin başbakanının elinde tuttuğu güce değil, teolojik kabuller hakkındaki yorumlara yapılıyor.

MHP de AKP de din üzerinden siyasetlerine devam ediyor. Tıpkı diğer birçok parti gibi... Bu da Türkiye'nin toplumsal yapısını gözler önüne seriyor bir bakıma. "Kim Peygamberimize laf ediyor, kim dinimizi doğru anlamış" mıdır bir ülkenin siyaset mevzularının tartışılacağı nokta? Çok yazık!