15 Eylül 2009 Salı

Günlük Hayatta Totalitarizm

Çok sevgili bir arkadaşımın hediyesi olan Gündüz Vassaf'ın Cehenneme Övgü kitabına gömülmüştüm birkaç haftadır... Aslında olması gerekenden çok daha önce bitmesi gerekirken, maymun iştahlılık yapıp araya başka bir kitap daha sokmuştum. Yine de okurken notlar çıkardığım için okuması da uzun sürdü. Notlardan çıkaracağım, kitaba dair geniş çaplı yorumumu önümüzdeki günlerde paylaşacağım. Ancak bu yazıyla ilgili olduğundan kitabın ufak bir özetiyle başlamak faydalı olacaktır.

Kitap, ikinci başlığı olan Günlük Hayatta Totalitarizm'den anlaşılacağı gibi, günlük hayatta yaşadığımız ve normalleştirdiğimiz pratiklerin bizi nasıl farklı güç odaklarının kontrolüne ve farklı güç ilişkilerinin "yönlendirilen" kısmına yerleştirdiğini araştırıyor. Cehennem-cennet algısı, cinsel yaşam ve cinsel kimliklerimiz, gece-gündüz ikiliği vb. birçok daha önce akla gelmiş ya da gelmemiş farklı kavramlar üzerinden totaliter kontrol sorgulanıyor. Dediğim gibi, kitaba dair eleştirilerimi daha sonra paylaşacağım, ancak en önemli eleştirimin, bu totaliter kontrol pratiklerini inceleyen Vassaf'ın bu kontrolün aktörlerinin kimliklerine dair net bir yorum ortaya koymaması olduğunu belirtmek isterim. Vassaf'ın kitabını okurken bir çocuk kitabında karşılaştığım ve yıllar önce benim de okumuş olduğum bir hikaye bu eleştirime çok güzel bir örnek olarak çıktı karşıma. Nitekim bu yazıyı yazmamın nedeni de Vassaf'ın kitabına dair düşüncelerimi paylaşmadan önce bir ön yazı hazırlamak değil, bu hikayeyi paylaşmaktı.

Hikaye, güneş ve rüzgar'ın girdiği bir iddaa ile ilgili: Kim şu adamın paltosunu çıkartabilecek?:

"Rüzgar güneşle iddiaya girer, yaşlı adamın paltosunu üzerinden kimin uçurabileceğine dair… Sonrada bütün kuvvetiyle eser… yel olur… Fırtına olur, gitgide şiddetini arttırır da… Yine de bırakmaz adam… Hatta daha da sıkı sarılır. Bir türlü bırakmaz… Sonunda rüzgar mahcup bir şekilde pes edince… ‘Birde beni seyret’der güneş ‘hadi canım sen de’ der rüzgar, benim yapamadığımı sen nasıl yapacaksın ki derken… Güneş, kemiklerine kadar ısıtınca adam, paltoya ihtiyaç duymaz olur.. çıkarır önce… sonrada bu sıcakta taşımak istemeyip bırakır bir ağacın altına… ihtiyacı olan alsın diye…"

Hikayede, mülkiyet kavramının pek de geçerli olmadığı ilk izlenimimdi, mülkiyet kavramının damarlarına kadar işlediği biri olarak... Ama bir yandan da bu hikaye bana tam da totalitarizm'in nasıl bir şey olduğunu hatırlattı.

Farkında olmadan, seve seve, isteyerek ve/veya hiç düşünmeden bir şeyi gerçekleştirmek...

Hikaye bize birşeyi kaba kuvvete başvurmadan "güzelce" de "yaptırtabileceğimizi" öğütlüyor. Bir paltonun çıkartılıp ihtiyaç sahibine bırakılması da "mülkiyet" kavramının geçerli olmadığı bir dünyada çok mantıklı. Ancak peki o paltoyu bize çıkartıranın kim olduğu önemli değil mi? Bize yaptıklarımızı ve yaparken "normal" olarak tanımladıklarımızı yaptıranlar kimler? Bu neler yapıldığı kadar önemli bir problem değil mi? Neden çocuklarımıza disiplin adı altında türlü işkenceler uyguluyoruz mesela? Farklı örnekler için Vassaf'ın kitabı önerilebilir.

Güneş ve rüzgar bu hikayede soyut ancak bir o kadar da ilgili kavramlar. Nitekim, bize "güzelce" birşeyler yaptıranlar zaten her zaman kendi algımızda "güneş" olarak kalmış ve kalacaklardır. Biz onların istediklerini yaptığımız sürece onlar hep bizim güneşimiz olacaklardır ve tıpkı bir güneş gibi istediklerini yaptığımız sürece tam da başımızın üstünde bizim yanımızda olacak ve bizi kemiklerimize kadar ısıtmaya devam edeceklerdir. Kim bize yaptırılanların her zaman bizim "iyiliğimiz" için olduğunu savunabilir ki? Peki ya isyan edersek? Hep güneş olarak mı kalacak, yoksa birden rüzgara mı dönüşecek hep yaşadığımız gibi?

Masum bir çocuk hikayesinden bunu çıkarttığım için belki içinizden paranoyak diye tanımlayabilirsiniz beni. Ya da bunu kitabın bir yan etkisi olarak yorumlayıp beni eleştirinizden anında soyutlayabilirsiniz.

Yine de çocuk hikayelerinin önemini kavrayıp, totalitarizmin kökeninde ne olduğunun anlaşılması, başat aktörlerinin kimler olduğunun farkına varılması, bu aktörlerin kimliklerinin ortaya çıkarılması ve bu doğrultuda algıların reformasyonunun totalitarizme karşı kullanılabilecek yegane silahlardan biri olduğunu anlayabilirsiniz. En iyisi mi siz "sadece beni" dinleyin, nasıl olsa alışkınsınız!

2 yorum:

  1. merhaba yusuf
    nasılsın
    benim adım aykut
    okuduğun kitabı daha geniş anlatma imkanın var mı?
    ilk başta yazdıklarını açmak gibi.
    meraktan soruyorum
    okuduğu kitabı açıklayanlar hep dikkatimi çekmiştir.

    YanıtlaSil
  2. Merhaba,
    Yakın bir zamanda kitap eleştirisi de yayımlanacak.
    Selamlar...

    YanıtlaSil