27 Eylül 2009 Pazar

İnsan, Yaşam ve İnsanın Varoluşu Üzerine Düşünceler...

Yaşam, yaşamak ya da hayat aslında en temel değer. Diğer varlıklarla insanı ortak bir paydada buluşturan yegane değerlerden ve belki bundan yıllar sonra tek değer olarak çıkacak karşımıza.

Yaşama içgüdüsü tüm insan hayatını şekillendiriyor aslında. Freud yaşama ve ölüm içgüdüsü der, ama bana göre sadece yaşama içgüdüsü...

Din kavramının ve dolayısıyla ölümden sonra yaşam kavramı da tam da bununla ilgili. Din zaten belirsizlikleri ortadan kaldırmaya yarayan bir kavramdan başka birşey değil. Belirsizlik de korkuların nedeni... İnsanlığın arzu etmediği belli başlı durum, ki bu da yaşama içgüdüsü ile ilgili...

Yolda yürürken karşımıza ne çıkacağını kestiremiyorsak, belirsizlik bizi korkuya götürür. Kurallar, hukuk vb. tüm üst kurumlar da bu belirsizliği ortadan kaldırmak için kurulmuştur. Yoksulun ve işçinin, ihtiyaçları ve dolayısıyla yaşamını; varlıklı ve hakim sınıfın da hakim ideolojisini ve dolayısıyla yaşamını korur kurallar. Kuralsızlık belirsizliktir. Belirsizlik de korku, yaşamama korkusudur.

Avcı her zaman beklenmedik anda saldırır. Bilinmeyenlerin azalmasıdır problemin çözümü... Güneşin doğması; nasıl gerçekleştiği, yani bir belirsizlik, Din kurumunun temelindedir. Daha ileri düzeyde ise, ancak cennet-cehennem kavramının oluşturulmasından önce (nitekim bu zaten üst yapı olan kural koyuculuğun, kurallarının meşruiyetini sağlamak için kurguladığı bir hikayedir) ölüm sonrası yaşamı üretmiştir. Din, burada yaşama içgüdüsünün getirdiği bir sonuçtur, sonrasındaki yozlaşmadan bağımsız olarak... Dinler, Dünya'da refah dolu kısa bir yaşam yerine, cennette "sonsuz" yaşamı vaat eder. Protestanlıkta dahi, nihayi hedef cennete seçilmiş olmaktır. Dünya'daki çalışmalarınız, emeğiniz ve kazancınız teşvik edilse de aslında bir araçtan başka birşey değildir. Farklı toplumsal-ekonomik parametrelerde aracın şekli doğal olarak değişir, vaatin şeklinin de değişebileceği gibi... Katoliklerin artık "cehennem'de yanmak" kavramını hafifletmeleri ve kullanmamaları örnek gösterilebilir. Ama vaat edinilenin esansı yaşama içgüdüsüdür.

Din konusunda olduğu gibi, diğer tüm üst yapılarda da aynı esans bakidir; farklı toplumsal-ekonomik parametreler şeklini değiştirse de... Nitekim biraz önce değindiğim gibi kurallar ve hukuk, belirsizliği yani yaşama içgüdüsünün [Varoluş güdüsü de denilebilir, hem böylece sınıf bilinci de açıklanabilir; sınıf olarak var olma! Böylece burjuvazinin sermayeci özelliği açıklanabilir. Burjuvazi, bir sınıf bilinci ile tam bir sermayeci (accumulative) harekette bulunmadığı sürece var oluşları tehlikededir. (Bu korkuyu onlara en azılı düşmanları sağlamıştır)] en büyük korkusunu ortadan kaldırmak için vardır. Trafik ışıkları gibi hayatımızı kolaylaştırdığını düşündüğümüz kurallar, meşruiyetini bu düzlemde kazanır ve ceza kanunun en yozlaşmış hükümlerini bile destekler buluruz kendimizi...

Peki intihar? Yaşamına son vermek... Bu soruya, "üst yapının getirdiği bir davranış biçimidir", diye cevap verip yapısalcılıktan uzaklaşabilirim, ancak başka noktalar da var.

Yaşamı sonlanmak üzere olanların (hastalık, yaşlılık, idam, işkence, infaz) intihar yolunu seçmesi de yaşama içgüdüsünün bir eseridir. Hobbes, mutluluk (felicity) olarak tanımlarken insan ihtiyacını, ölümden çok, acılı bir ölümü lanetlemiştir. Bu yüzdendir ki intihar, yukarıdaki koşullarda, yaşam içinde daha fazla acı çekmeme isteğidir. Freud'a katılmadığım nokta budur.

Peki ya; gurur ve onur uğrundaki intiharlar?:

Gurur ve onur, insan kavramının en üst basamağındaki, yani insani değerler piramidinde en üst sıralardaki kavramlardır.

Peki yaşam insanın en temel değeri ise, insanlığın yaşama biçtiği değer bunu doğrular nitelikte midir?

Ölümün fethedilmeye çalışıldığı bir çağdayız. Ama yine de problematik, sınıfsal bir tablodan doğuyor. Sınıfsal yapının-yaşama içgüdüsü ile ilişkisini kurmama gerek yok, bu benim düşleyemeyeceğim kadar iyi yapıldı. Ama yine de son dönemde teknolojinin bir ideoloji doğurduğu aşikar, nitekim en temel değer yaşam, mülkiyet uğruna terk edildi. Bu tip ikameler tarih boyunca mevcuttur. Zaten ikamelerin de var oluşun bir aracı olduğunu belirttim.

Ama "insanlık" artık terk ettikleri ve ölüme bıraktıkları ile kendi doğasına ihanet ediyor. Bu daha önce yaşandı ama ilerleme ölümün de boyutlarını artırıyor artık. Bu artık kısıtlı kaynakların ya da önlenemez hastalıkların değil, toplumsal yapının direkt bir sonucu. Tüm toplumsal-siyasal akademik çalışmalar insan hakları konusunda, en temel hakkı yaşama hakkı olarak tanımlıyor. Ancak aynı çalışmalar, yaşamayı; idam karşıtlığı, kültürel varoluş ya da benzeri üst yapısal değerler üzerinden yüceltme çabası içerisinde... Günümüz düşüncesi varoluşa değerini veriyor gibi gözükse de, bu üst yapısal söylem sosyo-ekonomik tabanıyla büyük bir çelişki içerisinde...

Yaşam, en temel hak ve özgürlük iken, idam cezası yok olup giderken; açlık, yoksulluk ve yoksunluk yani varoluş tehlikesi büyük kitleleri etkisi altına almış durumda. İşte bu kitleler varoluşlarının yok olma sınırına dayandığı bu günlerde, ya verili koşulların getirdiği üst yapısal söylemlerdeki (kültürel, kimliğe dayalı varoluşları) varoluş kavramlarına tutunacaklar ve kriz sonrası refah ve kültürel-kimlik politikaları ile avutulacaklar, ve böylece bir sonraki tehlikeye kadar gözlerini kapatacaklar, ya da isyana daha da çok teşvik edileceklerdir. Bilinç, yaşamdan sonra en kıymetli değerdir, nitekim varoluşu korur...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder